Yas Paraşütü
“Duyduk ki senin oğlan paraşüte merak sarmış.”
Babamla, Gemi Restaurant’ın önünden geçiyorduk sabihi Ahmet Amca böyle seslendiğinde. Babam kafasındaki kasketi çıkardı ve alnından boşalan teri sildi.
“Müşterin mi az hayrola Ahmet? Niçin kapının önünde dikilmişsin böyle?” dedi ve Ahmet Amca’nın ağzında gevelediklerinle çok ilgilenmeden, kolumu itti hafiften.
“Hadi eve gidiyoruz.”
Ayıp olmasın diye Ahmet Amca’ya el sallayarak, birkaç adım önüme geçmiş babamı yakaladım. Omuzları ağırlaşmış ve çökmüş görünüyordu. Alnından akan terler beni endişelendirdi.
“Baba takma Allah aşkına. Hiç üstüne vazife değil Ahmet Amca’nın.”
Şakaklarına kadar akan teri kolunun tersi ile silerek, “Başlamışım paraşütüne. Bu bir gönül cinayeti!” dedi. Suratına dikkatlice bakınca, acısını göz bebeklerinde görmek içimi titretti.
“Yüreğimi tekrar mı yakacak bu oğlan benim.”
Boğazıma yaşadığımız kayıp takıldı. Sustum. Evin önüne gelince ilk işim anneme seslenmek oldu.
“Anne abimi aramalıyız.”
Babam, görevi bana teslim etmiş olmanın rahatlığı ile içeri girdi, tek kelime etmeden yatak odasına geçti ve kapıyı kapattı. Annem endişe ile bakışlarını bana çevirdi.
“Yine mi şu paraşüt olayı?”
“Evet anne. Abimi vazgeçirmeliyiz.” İç çekerek mutfağa gitti, bir sigara yakıp geri döndü. “Onu hayata döndürdü bu paraşüt. Kazadan sonra yaşama isteğini ne denli kaybettiğini biliyorsun.”
Sonra dediklerini pek anlayamadım. İçine doğru ve mırıldanarak konuştu. O mırıltılar onu ayağa kaldırdı, gitti telefonu eline alıp, abimi aradı. Telefon açılınca, hemen söze girdi. “Bak iki gözüm. Ne paraşütü Allah’ını seversen. Aynı acıyı mı yaşatacaksın bize?”
Abimin neler dediğini bilmiyorum. Annem telefonu sessizce kapattıktan sonra, “Yemeği hazırlayayım,” diye kalkıp, mutfağa gitti. Peşinden gidip sormaya pek güç bulamadım. Salon masasının üstündeki sigara paketine, cebimdeki kalemi çıkarıp şöyle yazdım. “Dünya dönerken biz neden dönüyorsak?” Boşlukta salınıyor gibiydim.
Ortanca abim Seyfi’yi hiç ölmez zannediyordum. O korkunç kazada, takla atan arabadan dışarı çıkamamış oluşunun yara izi öylesine derinden çizmişti ki hayata olan güvenimizi... Yaşamaya dair inançlarımız enkazdı artık. Akşam yemeği sofrasında eksilen beşinci tabak her gün kıymık kıymık batıyordu kalbimize. O tabak çok şeydi.
Bizi en acıtan ise, kaza esnasında arabayı büyük abim Salih’in kullanıyor oluşuydu. İki aya yakın konuşmadı Salih Abim. İşe devam edemedi ve yememekten bir deri bir kemik kaldı. Suçluluk dipsiz bir kuyu.
Seyfi Abim ile aramda beş yaş vardı. Bisiklete binmeyi, arabayı hızlı sürme cesaretini, kız tavlamayı ondan öğrenmiştim. İlk sakal traşına o götürmüştü. Kolum kanadımdı Seyfi Abi. Bilirdim ki başıma bir şey gelse, ilk o koşacak. O yüzden hiç ölmez zannediyordum. Yokluğu beni çok sarstı. Ayağınızın altından zemin kayıyor…
Kayıptan sonra yaşam diye bir şey var. Yarım kalarak devam edilen bir yaşam. O boşluğu ve yarım kalmışlığı Salih Abi’mle tamamlamak istiyor ama onun da gün be gün eridiğini görünce bu kez sadece onun için dua eder hale geliyordum. Allah’a inanmayan biri olarak dua etmek beni kendime karşı rencide ediyordu biraz.
Yine böyle dualardan dua beğendiğim bir gece Salih Abi eve geç gelmişti. Ben de uykum kaçmış, salona geçmiştim. Gözlerindeki ışığı görünce meraklandım. “Anamlara söyleme ama paraşüte başladım,” dedi. “Gözüme girmeyen uykunun, geçmeyen iç sıkıntımın çaresini yamaç paraşütünde buldum. Bizim matbaada genç bir çocuk çalışmıştı bir zaman. İyi de anlaşmıştık. O davet etmişti beni o zamanlar. Canımı pazarda bulmadım diye düşünmüştüm. Abimi kaybedince durum değişti. Aklıma geldi, aradım o genci. ‘Gel abi, bugün gün batımıyla başlatalım seni,’ dedi. Gittim. O gün batımı, sofradan kalkan tabağın acısını kesti. İşi gücü boşladım, varsa yoksa paraşüt. Tepeden aşağıya ne zaman baksam abim Seyfi ile başka bir anımız geldi aklımda, onu andım.”
Etkilenmiştim. Bir acı seni hışır hışır yamulttuğunda, hasarın ne kadar kalıcı olacağını kestirmek istiyor ama kestiremiyorsun. Fantastik bir korku kaplıyor insanı. Acaba hurdaya dönüşür müyüm korkusu. Dönüşmüyorsun ama yatışana dek dehşet bir kaygı hali. İntihar etmek yerine bir yatıştırıcı aramak böyle zamanlara denk geliyor işte. Paraşüt böyle bir yatıştırıcıydı demek ki Salih Abim için. O biraz olsun yatışıyorsa, ben de ona tutunabilirdim belki.
Abim ve bana ilaç olanın babamdaki acıyı deşeceğini hiç düşünmemişim meğer. Ahmet Bey’in hadsizce seslendiği o günün devamında gece uykusundan birkaç defa kalkıp, evin içinde dolaşan babam “Bir kayıp daha kaldıramayız,” dedi başka şey demedi. Yatak odamdan duyduğum bu söz, gözümün önünde bir tabağı daha eksik soframızı canlandırıyordu. Salih Abi’min ölümünü düşündüm. O cılız masanın etrafında hayatın üşüttüğü annem ve babamı gördüm. Saçları beyazlaşmış, gözleri çökmüş, yanakları göçmüş zavallı anam ve perişan babamı...
Abim Seyfi’yi kaybettikten sonra bedenlerindeki kaygıyı, yüzlerindeki, “Bıraksak mı hayatın ipini…” düşüncesini onlarda tekrar görür gibi olunca, Salih Abi’mi gün batımlarından da rüzgârdan da vazgeçirmeye yemin ettim. Gecenin karanlığına gizlenmiş bir yemindi bu.
Özgürlük hissinden vazgeçmeliydi, hayata yukarıdan bakmaktan vazgeçmeliydi, salınıp gitmekten vazgeçmeliydi. Yine zayıf düşecekti, yeni yoksunluğu onu içindeki dipsiz kuyuya çekecekti belki. Ona tutunma konusunda beni kuşkuya düşürecek, yine abisiz kalacaktım belki. Ama sofradan kalkan bir tabak daha görmektense, bu ruhsal sızıntıyı birlikte göğüslemeye razıydım.
Açtım başucumdaki çekmeceyi. Bir fener, bir de kâğıt kalem çıkararak yazmaya koyuldum. “Abi, vazgeç bu paraşütten.”
Uyumuşum. Çalan kapının sesi ile uyandım. Annemin sesini duydum:
“Hepimiz seni bekliyorduk Salih. Nerelerde kaldın böyle?”
“Yorgunum biraz. Ali nerede?” dedi Salih Abi’m.
“Abi buradayım gelsene,” diye seslendim, odama geldiğinde yatağımda doğruldum. Ayak ucuma oturdu. “Kolay olmadı bırakmam ama bıraktım,” dedi ve gözü başucumda ona yazdığım mektuba takıldı. Bir iç çekti. “Ekibim ‘Babandan sakla, gizli gizli yap’ demiş olsa da, bu bana soframıza ihanet gibi geldi. Bu kadar dehşete düşeceğini düşünmemiştim. Onun zihnindekilere ters gidemiyorum bu durumda. Aslında elimden iyi yaptığım bir şey alındığı için öfkeliyim ama bir mezar başında kiminle omuz omuzaysan, birbirine bağlısındır artık. Hiçbirinize ters gidemem.”
Babamın sesi duyuldu içeriden. “Salih mi o gelen? Hadi kurun da sofrayı, kahvaltıya oturalım.”
Salih Abim de içeriye seslendi. Bu kırılma noktasında yüz yüze gelirlerse güçlerini kaybetmekten korkarcasına kendi alanlarından kıpırdamıyorlardı.
“Söyle o geveze Ahmet’e baba. Paraşüt falan yok. Nereden duyduysa dedikoducu adam.”
Babam, Salih Abi’min uslübundan rahatsız olmuş olacak, sesini çıkarmadı. Ama dudağının kenarından güldüğünü ve yüreğine su serpildiğini hissedebildim.
Abimin yanından kalkıp, mutfağa gitiğimde, domates doğrayan anamın yanından üst rafa uzanıp, tabakları aldım. İçeriden babamın ıslık çaldığını duyuyordum. Babam mutluydu.
“Bu sabah Seyfi Abi’mi de analım ana!” dedim. Salih Abi’m duymuş olacak pikaba onun en sevdiği plağı koydu. “Boş Vermişim Dünyaya” çalmaya başladı. Babam ve Salih Abi’min yükselen ıslıkları eşliğinde içeri geçip, sofraya beş tabak koydum. Tabaklara gün ışığı vuruyordu. Seyfi Abi’mi görür gibi, mutlu oldum. Vicdan azabı bitince suç muç kalmıyordu ortada.