Yarım Kalan Öykülerin Tam Olan Kahramanları
Gözlerini erkeğin gözlerinden ayırmadan üstüne tam oturan mini elbisesinin üst düğmesini açtı. Erkek yerinde huzursuzca kıpırdandı. Kadın gözlerini yere indirip alt dudağını ısırdı. Yavaşça, yavaşça, yavaşça…
Aynı kelimeyi üç defa üst üste yazdığını fark edince öfkeyle sandalyesini geriye itti ve ayağa kalktı. Israrla çalan kapıda kim varsa hışmına uğramaktan kaçamayacaktı. Kapıdaki kişi uzun süredir ona uğramayan kelimelerin kalemine döndüğü bu güzel anı bölüyordu. Sabahı bu ana taşıması kolay olmamıştı. Kahvaltı sonrası gazetesini koltuğunun altına sıkıştırıp, evinin olduğu büyük sitenin bahçesine indi. Oldukça büyük olan bahçenin ortasında yapay bir göl dahi vardı. Bir banka oturup bir süre gazeteyi okumayı denedi, her kelime sonrası içine bir kıskançlık doldu. Oysaki kendisi öykü yazıyordu. Başka zamanlarda bir gazete haberi veya istatistiklerle dolu bir ekonomi yazısı onun ilgi alanında olmazdı. Yazamadığı her gün ne tür olursa olsun yazanlara karşı öfke duyuyordu. Gazeteyi buruşturup çöpe atması tam da bu sebeptendi. Yerinden kalkıp yürümeye başladı, gölün çevresi, yürüme yolları derken üst üste turlar attı. Öykü, beşinci turun ortalarında aklına gelip yerleşti. Otuzlu yaşların sonundaki bir kadının ilk sevişmesini yazacaktı. Apar topar eve geldi, bir kahve yapıp, çalışma masasına oturdu. Kadını o ana getirene kadar yazdı. Lakin aralıksız çalan kapı tüm dikkatini dağıtıyordu. Site güvenliği arayıp misafiri olduğunu söylememişti. Site içinde tanıdığı hiç kimse yokken bu gelen ve saygısızca kapısını çalan kim olabilirdi? Belki aynı katta oturan bir ailenin küçük çocuğudur ve kapıları karıştırmıştır diye umursamamıştı ama basılan zile, kapıya vurulan yumruklar da eşlik edince çileden çıktı.
Ağzını doldura doldura bir küfür savurdu. Sonra bu küfrün kadının ağzına yakışıp yakışmayacağını düşündü. Masasına dönüp kadını konuşturmak için sabırsızlandı. Kapının zili tekrar çaldı. Kaşlarını çatıp kapının koluna asıldı. Karşısında kadınlı erkekli farklı yaşlarda beş kişi vardı. Şaşkınlıkla yüzlerine baktı. Onların da aynı şaşkın ifadeyle kendisine baktıklarının ayrımına vardı. Bir yerden tanıdık geliyorlardı ama nereden? “Tanımaz demiştim,” dedi beyaz üstüne mavi puantiyeleri olan kapüşonlu bir yağmurluk giymiş olan kadın. Saçları sarı ve kıvır kıvırdı. Ayağında kırmızı bir yağmur botu vardı. “Seni tanımaması normal cicim, silik bir karaktersin,” diye grubu yararak öne doğru gelen orta yaşlı, saçları en tepede kuyruk yapılmış, gözünde son moda bir gözlük, elinde şık mağazaların alışveriş poşetleri duran bir kadının sesi duyuldu. Sağ tarafta dikilen geniş omuzlu bir adam; “Bu böyle olmaz içeri geçelim,” dediğinde yazar kapının arkasından bir adım geri çekildi ve bir yerden tanıdık gelen ama isimleri dâhil hiçbir şey hatırlamadığı beş kişiyi içeri aldı.
“Bak sen, bilgisayar açılmış, kahveler içilmiş, yeni bir öykü geliyor.” diye güldü alışveriş poşetleriyle içeri giren kadın. Yazar, yazdıklarını korumak ister gibi bilgisayarın karşısındaki sandalyeyi çevirip, oturdu. Salona doluşan kalabalık yazarın yeni aldığı kahverengi deri koltukların üstüne yerleştiler. Kıyafetlerindeki uyumsuzluk yazarın gözünden kaçmadı. Yağmurluk giyen de vardı, tişört ile gelmiş olan da. Birinin üstünde deri bir ceket, birinin üstünde kürk vardı. Alışveriş poşetlerini elinden bırakan kadının üstünde ise ince bir elbise bulunuyordu. Sabrı tükenmek üzereydi. Karşısındaki herkes birbirini tanıyor gibiydi. Hepsi de onunla ilgili olumsuz cümleler kuruyor ve o salonda yokmuş gibi kendi aralarında konuşuyorlardı. Kürk giyen atmışlı yaşlardaki kadın, bembeyaz olmuş saçlarını tokanın hâkimiyetinden kurtardı. Omzuna bile ulaşmayan cılız telleri eliyle düzeltti. Oldukça tanıdık gelen bu sahne sanki bir şeyler anımsatıyordu. “Beni evde camın önündeki koltukta unuttu. Sıkılıp sıkılmadığımı hiç düşünmedi.” diye yavaş ve anlaşılır bir ses tonuyla konuştu. Yazar kendini huzursuz hissetti. “İşte çıkmışsın evden.” diyecekti ki deri montlu adamın sözüyle irkildi. “Ben niye intihar için planlar yapayım?” Yirmili yaşların sonunda, orta boylu, orta kilolu, ortalama bir adamdı. Saçı, duruşu, bakışı, konuşması, ayakkabısı sıradandı. Tek ilginç olan ona ait değilmiş gibi duran bu deri ceketti. Ona bakarken bile sıkıldı. Tişörtlü adam yalnız başına bir dağ evinde yaşamak istemediğini, yağmurlukla gelen kadın ise hayattaki tek amacının aşk olmadığını söyledi. Her kafadan bir ses çıkıyordu ve yazar bu kişilerin niye burada olduklarını anlamıyordu.
Bilgisayar ekranını kapattı. Yavaşça yerinden kalktı. “Hanımlar, beyler siz kimsiniz?” diye söze giriş yaptı. “Tanımaz demiştim.” sözü kulağına tekrar çalındı. Mütemadiyen kendi aralarında konuşuyorlardı. Öfkesinin arttığını hissediyordu. Derin bir nefes alıp “İçecek bir şeyler getireceğim ve siz bana kim olduğunuzu, niye burada olduğunuzu açıklayacaksınız!” dedi. Mutfağa doğru ilerlerken tepkisinin anlamsızlığının farkındaydı. Evinde tanımadığı beş kişi vardı. Bağırıp çağırıp onları sorgulamalı, kapı dışarı atmalıydı. Başaramazsa site güvenliğini aramalıydı. Ama içinden bir yerlerden bir ses onlarla gönül bağı olduğunu fısıldıyordu. Hafızasını zorluyor, çalıştığı iş yerlerini, gittiği tatilleri, yaşadığı evleri düşünüyor bu kişileri hayatının bir yerine yerleştiremiyordu. Yazmaya olan merakı içini gıdıklarken, ilginç bir şeyler duyma umudu onu fevri davranışlardan alıkoyuyordu.
Mutfakta kahve yapıp tepsiye koyduğu bardaklarla salona geldiğinde beşini birden bilgisayar ekranına eğilmiş son yazdıklarını okurken buldu. Hızlı adımlarla gelip tepsiyi sert bir şekilde sehpaya bıraktı. Tüm salonu kahve kokusu kapladı. “Ekran şifresini nereden biliyorsunuz?” diye çıkıştı. Yağmurluklu kadın “Değiştirmemişsin.” dedi. “Adın ve doğduğun yıl.” diye ekleyip güldü. Tişörtlü adam yazdığı son bölümü yüksek sesle okuyordu “Bu kadınla dağ başında kalacaksam razıyım.” dedi. Münasebetsiz sözüne karşı aldığı tepkilerle sustu. Alışveriş tutkunu kadın; “Bu da bizden, yakında aramıza katılır.” dedi. Yazarın sabrı tükenmişti. Yazdıklarını okumaları başka, dalga geçmeleri başkaydı. “Bu ne cüret!” diye çığlığı bastı. “Tanıtın kendinizi!” Herkes birbirine baktı. Gelince yerleştikleri koltuklara doğru sanki bir ip onları çekiyormuş gibi geri geri gidip oturdular. “Nasıl tanıtabiliriz ki? Adımız yok bizim.” dedi deri ceketli sıradan adam. “Bari isim koy bize.” diye serzenişte bulundu biri. Yazar, bu sefer çöker gibi bilgisayarın karşısındaki sandalyesine oturdu. Dizleri alt ve üst bacak arasındaki görevini bırakmış, gergin halatları gevşetiyordu. Yazarın bacakları ipleri bırakılmış bir kuklanın bacaklarına dönüşmüştü. Son anda oturarak yere düşmekten kurtulmuştu. Dizlerinin bağını çözen ise bu kişileri tanımanın verdiği şaşkınlıktı. Yazdığı öykülerin kahramanları, yanlış oldu, yarım kalan öykülerinin kahramanları karşısında oturuyor ve ona en azından isim vermesi gerektiğini söylüyorlardı. Bir hevesle başladığı öyküler mekânı sevmediği, kahramanı yetersiz gördüğü, konu onu tatmin etmediği için bazen paragraf sonunda bazen cümle ortasında yarım kalıyordu. Yazarın kendilerini tanıdığını fark eden yağmurluklu kadın kahvesine uzandı. Bir yudum aldı. “Çok şekerli, sade kahve içtiğimi bile hatırlamıyor.” diyerek küskün bir sesle sözünü sürdürdü “Niye vazgeçiyorsun? Her öykü bir sonu hak eder. Her kahraman olmasa bile çoğu bir ismi hak eder.” Kürkünün yakasını düzelten kadın; “Hani geçen gün yarım kalan öykülerin kahramanlarının toplandığı kafede bir kadınla karşılaşmıştık. Soyadı istemediği için öyküden atılmıştı.” dedi. Cümlesini bitiremeden hepsi onaylamaya başladı. “Ben ona hak vermiştim. Kimseye ait olamayacak kadar özgür ruhlu yarattığı karakterini ısrarla babaya, ısrarla kocaya ait kılmaya çalışan yazara isyanı anlamlıydı.” “Ama biz daha ismimize bile sahip değiliz.” dedi alışveriş seven kadın. Yazara doğru döndü. “Hem ben niye hiç kitap almıyorum?” diye sordu.