Yalandan Kim Ölmüş?
Ben öldüm sevgili dostlarım… Öbür dünya dedikleri yerden yazıyorum sizlere. Evet, dediklerim sizi şaşırtmasın, üstelik burada kâğıt kalem de var. Bu mektup sizlere ulaşır mı bilmiyorum, fakat şuna emin olun ki, bu sefer söyleyeceklerim yalan değil (!)
En baştan başlamam gerekirse; yalanlarıma öncelikle pembe yalanlar dediğimiz yalanlarla başladım. Kimseye zarar vermeden, biraz zekice, masum bir bakış takınarak dikkat çekmeden… İçimden “Yaptığımın kime ne zararı var ki?” diye mırıldanıp kendimi rahatlatıyordum. Babamın bana hayat tecrübelerini anlatırken; “Bak oğlum, bu hayatta dürüst insanlar kaybetmeye mahkumdur,” dediği günü daha dün gibi hatırlarım.
Hem büyüklerin sözünü dinlemek lazım değil mi… Kaybetmek istemiyordum. Milyonlarca yalancının sofrasına bir tabak daha konsa ne olurdu sanki… Takıntılarımı gözden geçirip ne tür yalanlar söylemem gerektiği üzerine çalışmaya başladım. Bunun bir okulu olsaydı kesin en ön sırada otururdum. O, tüm sorulara parmak kaldıran bir çocuk olmak fena olmazdı.
Öncelikle insanların bana değer vermesini istiyordum. Gecelerce kafa yordum. İnsanlar neye değer veriyor diye… Para! Evet, mafya kılıklı adamlardan borç alıp kendime güzel takım elbiseler, ayakkabılar aldım. Onlara en kısa zamanda geri ödeyeceğim demek zor olmamıştı. Paralı insanların takıldığı semtlerde dolanmaya başladım. Beni yabancı gibi görmediler. Gülümseyerek selam verenler bile oldu. Keyfim yerine gelmişti. Günler geçtikçe borcum artsa bile, yeni insanlarla tanışıyor, hepsine kendimi farklı tanıtıp, başarılarla dolu hikâyeler anlatıyordum. Beni hayranlıkla dinlemeleri hoşuma gidiyordu. Gecem gündüzüm birbirine karışmıştı. Hem, bir kıza da âşık olmuştum.
Günler sonra evime döndüğümde evimin kapısı kırık, içerisi darmadağındı. Masanın üzerinde ise bir not: “Ödeme yapman için bir günün var!” Peki, bu adamlara söyleyecek bir yalanım var mıydı? Yaklaşık üç saat kadar düşündüm ama bulamadım. En iyisi bir süre eve gelmemekti. Hayatımda ilk defa bu kadar umursamaz olduğumu fark etmiştim. Yalan söylemek sonunu düşünmemekti. Sevdiğim kızın yanında başka biri olmama rağmen bu beni rahatsız etmiyordu. Belli ki, kendimi hiç sevmiyordum. Yeni kimliklere bürünmek, kendimden sıkılmama engel oluyordu.
Karaköy’de ucuz bir pansiyona yerleştim. Burada, tüm gün boyunca çalışan, memleketlerinden uzakta yaşayan insanlar kalıyordu. Param tükenmek üzereydi. Ara sıra rüyalarıma giren eski hayatımdan karelerle uyanıyor, aynaya baktığımda kendimi fiziksel olarak çökmüş hissediyordum. Sabahın altısında perdeyi araladım. Dışarısı hafif yağmurluydu. Çıkıp yürümek istedim. İstanbul’da yaşarken Galata Köprüsü’ne doğru yürümek her zaman güzel bir seçenekti.
Etrafta işe gitmekte olan bazı insanlar, köşe başlarında simitçiler gördüm. Köprüye ulaştığımda balık tutan insanların yüzlerine yansıyan olgunluk beni etkilemişti. Köprüden tam o sırada geçen bir araba acı bir frenle benim biraz arkamda durdu. Arabanın kapıları açıldı ve borç aldığım adamların üzerime doğru geldiğini fark ettim. Ah sevgili dostlarım, hayatım burada mı sonlanacaktı…
Adımlarımı hızlandırdığım anda birinin eli belindeki silaha doğru uzandı. Peki, ben kim olarak ölecektim? En son kullandığım isim neydi? Şimdi ölmenin zamanı değildi. Koşarak köprünün korkuluklarından tutunup kendimi denize doğru bıraktım. Bir kuş gibi havada süzülüyordum. Evet, yalancı bir kuş… Arkamdan patlayan silah sesini duyduğumda tüm vücudumda hissettiğim soğuk ve tuzlu suyun beni şoka soktuğunu düşündüm. Donup kalmıştım. Kaskatı bir şekilde dibe doğru batıyordum. Doğan güneşin ışıkları suyun içinden geçmiş yüzümü aydınlatmıştı. Sarhoş gibiydim. Hayatımda ilk defa çırpınmamıştım. Kendimi huzurla sonsuzluğa bırakmıştım.
Ve işte öbür dünyada buldum kendimi. Tamamen ahşap evlerden oluşan bir köy burası. Tahtalı Köy derlerdi de gülüp geçerdim. Artık yalandan kim ölmüş diye size soran olursa benim hikâyemi anlatırsınız. Bu ibretlik bir durum mu bilemiyorum. Hatta, söylediklerime inanmazsanız, size hak veririm. Ne de olsa ben bir yalancıyım.