Yücelik
Biraz sonra Ay, gezegenlerle etkileşimini kesecek ve tesirsiz, sallantıda kalacak birkaç saat. Yani hayatlarımıza etkisi olmayacak birkaç saatliğine. Bundan önce, iki gündür Yay burcundaydı. Gezgin ve bilge yay burcunun etkisiyle uzun yürüyüşler yaptım dün.
İlk yaptığım yürüyüşte, sahilde bulunan devasa heykelin yanından geçiyordum. Çok rüzgârlıydı hava. Heykel; Atatürk, annesi Zübeyde Hanım ve birlikte mücadele veren insanların bulunduğu bir heykel olduğu için, yanında belediyenin ve ülkemizin bayrağının olduğu iki direk vardı. Bayraklar da devasaydı. İnsan kendini küçücük hissediyordu yanından geçerken. Ve rüzgâr o kadar güzel dalgalandırıyordu ki bayrakları, çıkan ses rüzgârdan daha çok ürpertiyordu. Yani en azından ben ürpertiyle izledim. Milli duyguları kabarıyor insanın, gururlanıyorsun. Kafamı indirdiğimde İzmir Koyu’nu gördüm. Hafif dalgalı, masmavi. Tekrar heykele ve bayraklara bakıp denizin büyüklüğü ile kıyasladım. Yanından bile geçemezdi. Yay burcunda ilerleyen Ay’ın etkisiyle manevi boyutun derinliklerine indi düşüncelerim. Kocaman bir meydanda, kocaman bir heykelin yanında yürüyordum ama çok daha büyük bir denizin kıyılarında yaşıyordum. Yanımdan insanlar geçiyordu. Onlar da yürüyüş yapıyorlardı ve denize, heykele değil, bana bakıyorlardı. Benim onlara baktığım gibi. Etrafımızda sessizce varlıklarını sürdüren, hiçbir şeye bize etki etmedikleri sürece dikkat etmiyorduk. Hatta görmüyorduk bile. Az önce bana olduğu gibi. Rüzgârın bayrağa etkisiyle çıkan, çarşaf silkelerken duyduğumuz o ses çok şiddetli olmasaydı, belki de daha önce yaptığım gibi yanından geçip gidecek ve görmeyecektim. Etki-Tepki. Hayatımızın üzerine kurulu olduğu iki büyük olgu, kavram, kural… Hayatta her şey etki ve tepkiden oluşur. Moleküllerin ses dalgalarıyla titreyerek birbirlerine yaklaşmaları ve elektrik akımı sayesinde birbirlerine tutunmaları gibi. Maddeler moleküllerden oluşur, insanlar hücrelerden. Hücrelerimizin bir araya gelme sebebi de moleküllerle aynıdır. Maddeyle aramızdaki fark nedir? Nefes ve bilinç. Maddeden farkımız bu iki kelimeyle özetlenebilir mi? Tabii ki hayır! Biz sadece kayıtlı, yazılı bilgilere ulaştıkça, birkaç yüzyıllık araştırma yapabiliyoruz. Eğer onlar da doğru kaydedildiyse ve yorumlayanlar doğru anladıysa. Bilinç ve nefes ilişkisini net olarak açıklayabilen bir araştırma ve sonucu yok. Hepsi tez halinde. Ancak bu iki kelime insanın hür iradesi dışında var olan ve zamanı geldiğinde yok olan yaşam sebebi.
Kalkmak, oturmak, yürümek, uyumak, yemek, içmek, çizmek, yazmak, konuşmak, susmak, bakmak, dinlemek, dinlememek bilinçli yaptığımız eylemler. Ancak bilinç dışı eylemler, doğal yetenekler, nefes almak, kalbimizin atışı, bunlar açıklanamayan eylemeler.
Doğada kendiliğinden var olan, yaşamadığını sandığımız maddeler gibi. Rüzgâr (hava), ağaçlar (tahta), denizler (su), dağlar (toprak), elektrik-lavlar (ateş)… Onlar hep vardı. Çiçekler, kuşlar, böcekler ve tüm diğer hayvanlar. Hep varlardı. Biz var olmadan önce de.
İnsan, modernlik dediği maddeleşecek dünyanın esiri olmadan önce, tüm elementler ve doğal yaşamla uyum içinde, adil ve gerektiği kadarını almayı bilerek yaşardı. Doğaya gösterdiği saygı, ona güç ve ilim, sır ve hakimiyet verildi. Sadece dünya ile barış içinde değil, tüm gezegenler ve galaksilerle irtibat halinde, ilim ve güç sahibi olarak yaşardı. Nerden mi biliyorum? DNA’ma saklı bilgi, bilinçli öğrenme çabam, sorgulama yeteceğim, vücudum, genlerim, bilinç dışı gittiğimiz boyutlar, hepsi aynı şeyi söylüyor.
Yüce İnsan. Biz bu yüceliği ne zaman kaybettik? Kendi üretimimiz olan maddelere duyduğumuz hayranlığa teslim olduğumuzda kaybettik. Devasa binalar, bizi gece ve kış koşullarından korusun diye değil de onlara tapınalım, onlarla övünelim diye yapılmış gibi davranmaya başladığımızda kaybettik. Bizden cüsse olarak büyük şeyleri kendi elimizle yapıyorduk ama onlara olan hayranlığımız bizi esir alıyordu. Bize hizmet satmayı ilk kim akıl ettiyse, ona bizi tembelliğe alıştıran, bizi bize unutturan olarak bakmak yerine, “zekiymiş” deyip, bizden akıllı gördüğümüzde bize hizmet edip hayatımızı kolaylaştırdığını sanarak, ona hayatımızı özgürlüğümüzü satarak kaybettik. Her insanın eşit olduğunu, teknik donanımına göre hayatta ve dünya üstünde herkesin konumlanması gereken bir yer olduğunu unuttuk. Maddeye hükmedebilen bilinçli insan, sahip oldukça güçlendiğini sanarak maddenin bilinçsiz esiri oldu. Bizim en büyük gücümüz, maddeye hükmedebilen bilincimizdi. Şimdi maddeye âşık, madde bağımlısı, esiri, sürüler, yığınlar gibi yaşıyoruz.
16:16
“Sanmak”, bizim en büyük kayıp sebeplerimizden biri. Sanmak emin olamamaktır. Sanmak, öğrenmeyi bilmeyi reddetmektir. Sanarak hareket etmek illüzyonlara inanmak, sanrı görmektir. Başkalarının anlattıklarıyla sanmaya başladığın şeyler, sorgulamadan inandığın şeylere dönüşünce hayatını anlatıcının ellerine teslim etmiş oluyorsun.
Size hata yapan, sizi üzen insanların özür dilerken söylediği cümlelere bir bakın. “Bilmiyordum, öyle sandım” kalıplarını kullanırlar. Sanarak hareket hata ile sonuçlanır. Hayatı kolaylaştıracağımızı “sanmamız” bu esir günlerimizin sebebi.
Bir diğer sebep de “zekiymiş” lafını duyan insanın kabaran egosu. Ego bir başkasına üstünlük kumanın ilk ve tek koşulu. Düşünsenize milyonlara hükmettiğini sanan insanların egosu ne kadar büyüktür. Bir kez farklı bir adım atmıştır, yığınlar kendilerinde o akıl yokmuşçasına peşine takılmıştır. Ve bu duyguyu kaybetmemek için yapmayacağı şey yoktur artık. Sıradanlık kabul edemez ve her yol mubah cümlesinin şuursuz etkisine teslim olur. Yani bilinç yerine egosuna sarılır. Etrafına toplanan bilinçsiz yığınların enerjisinden beslenerek yaşar. Beslendikçe daha çok, daha büyük maddelere sahip olur ve bunu güç sanır. O maddeler gittiğinde ne olacağını düşünmeden. Bilinçli halinin kâinattaki her şeye hükmedebileceğini unutmuş, bilinçsiz halinin reklamını yaparak, kötü de olsa bilindik olanın güvenini, iyi bir bilinmezliğe tercih eden taraftarları etrafına toplar. Bu bilinçsiz yığınlar, maddelerin moleküllerini, ağızlarından çıkan her sesle şekillendirdiğini bilmeden, heba eder enerjisini ve zamanını.
İnsanın yapı taşlarından biri de elbette güvendir. Sevgi gibi. Hamurumuz sevgi ve güvenle yoğurulmuş. Bu duygulardan birini azıcık unutup hissedemezsek, o bilinçsiz yığınlara katılmak işten bile değil. Kâinatın bu kısmında, bu formda, bu gezegende bu güzelliklere layık görüldüysek, sevgimiz de, güvenimiz de bedenimiz de, ikincimizde saklı demektir. Ve önce kendimize yönelmemiz bu hissiyatın güçlü temelini oluşturur. Nefes bize bahşedilmiş bir armağandır. Bu armağana layık olmanın yolu önce öz sevgi, öz değer ve özgüvenden geçer. Sistem içinde güvende var olmayı sürdürebilmemin ahlaklı, erdemli yollarını bulmalıyız. Duruma göre karakter değiştiren bilinç insan olamaz.