Pelin Batu’nun “Canavar Biziz” Seminerinden İlhamla
Canavar günümüzde geniş bir yelpazede anlamlar içeren tanımlarından biri. Bir insanın kötülüğünü de canavar olarak nitelendiriyoruz, bir sporcunun üstün başarısını da, bir makinenin ihtişamını da, bir hayvanın vahşiliğini de. Bazı hikâyelerde canavarlar dinleyiciyi korkutuyor, bazı hikâyeler alt metnini canavarlar aracılığıyla veriyor. Çocukların eğlenmeleri için bile canavarlar kullanılıyor. Biz de eğlenmek için küçük çocuklara canavar taklidi yaptırıyoruz. Bu anlam çeşitliliği edebiyatta da karşılığını buluyor. Pek çok hikâyede canavarlar farklı çehrelere bürünüyor. Bazen gücün bir simgesi, kötülüğün bir kaynağı, bazen insanlık dışı, bazense özel bir anlam arayışı olmadan sadece canavar.
Hayat bazen boks ringindeki bir rakip gibi davranıyor insana. Hepimiz günümüzün her anında hayatla savaşıyoruz. Engelleri aşma, hedeflere ulaşma çabasının canavarlarla yapılan mücadeleler üzerinden anlatıldığını pek çok kitapta görüyoruz. Hemingway’de İhtiyar Balıkçı, canavara benzettiği devasa balıkla yılların getirdiği tecrübesini, bilgeliğini kullanarak pes etmeden, ölümüne savaşır. Hikâyenin sonunda canavarı yener, ancak kavga balıkçıyı da tüketir. Bu savaşın bir benzerini Melville’in Kaptan Ahab’ı, Moby Dick’le yapar. İnatla, azimle, baş düşmanı olarak gördüğü canavarı alt etmek için Moby Dick’in peşini bırakmaz. Engin denizlerin canavarları bitmek bilmez. Bir başka büyük macerada, bir başka canavar açık denizlerde gemilerin batmasına neden olmaktadır. Jules Verne’in canavarı bulmaları için gönderdiği ekip, Kaptan Nemo ve görkemli denizaltısı Nautilus’u bulur. Hikâyenin devamında aranan canavar Kaptan Nemo’nun Denizler Altında başka bir canavar, dev mürekkep balığı (belki de Kraken) ile mücadelesini soluk soluğa okuruz. Tüm bu canavarlar kahramanların hayat mücadelesinin bir yansımasıdır.
Tabii her canavar diye adlandırılan gerçek anlamda bir canavar, her kahraman da gerçek bir kahraman olmayabilir. Mesela Cervantes’in Don Quixote’u kendini kahraman zanneder ve iyilik için canavarlarla savaştığını düşünür. Ancak Solgun Yüzlü Şövalye ne kadar gerçek bir kahraman değilse savaştığı yel değirmenleri de o kadar canavar değildir. Kahraman da canavar da, çarpıtılmış bir zihnin çarpıtılmış gerçeklikleridir. Don Quixote kendisini kahraman sanmaktadır, tıpkı bizim Süperman’i kahraman sandığımız gibi. İnsanlara hoş bir fantezi sağlamak için oluşturulmuş inanılmaz güçlü, çok hızlı, kurşun geçirmez, uçan, kaçan, aynı zamanda da inanılmaz iyilik sever, inanılmaz nazik, düşünceli Süperman! Gerçekten de inanılmaz. Güçle savaş, canavarla betimlenirken, gerçek gücün sahibi canavarın karşısındaki kahraman olabilir mi? Büyük güç, büyük kahraman doğurur mu? Alan Moore, Watchmen çizgi romanı bu soruyu da deşer. İnsan üstü bir güce sahip Dr. Manhattan toplumsal kurallardan, insani etikten yavaşça kopar. O kadar güçlüdür ki, toplumdan dışlanmasa da insanlığın ötesine geçerek yine toplumun dışında kalır. Sonuç olarak kontrol edilemez bir güç, insani duygu ve düşüncelerden öte bir varlık olarak bir canavara dönüşür.
Bazı kitaplarda canavar diye betimlenenlerin tek suçları, toplumun orta çizgisinin dışında olmalarıdır. Onlar için insani olarak nitelendirilen duygulara, alışkanlıklara ya da görünüşe sahip olmamak, canavar olarak değerlendirmeye yeter. Mesela Mary Shelley’nin bilim insanı Dr. Frankenstein’ın hayat verdiği canavarı korkunçluğu, çirkinliği nedeniyle, önce yaratıcısı sonra karşısına çıkan diğer insanlarca reddedilir. Tek isteği yalnız olmamaktır, ancak çirkinliği nedeniyle bir canavar olarak görülür ve toplum dışına itilir. Bir başka çirkinliği ile yalnızlığa mahkûm zavallı, Lovecraft’ın Yabancı öyküsünde karşımıza çıkar. Ana karakter terkedilmiş gotik bir şatonun karanlık koridorlarında hafızasını kaybetmiş, bilinçsizce dolanırken, korkunç bir canavarla karşılaşır. Dehşetin hüzne dönüşü, karşısındakinin sadece bir ayna olduğunu fark ettiği anda gerçekleşir. Gaston Leroux’un Operadaki Hayalet’i de; çirkin, aşık, operanın karanlık dehlizlerinde yaşamaya mahkûm bir yalnızdır. Erik toplum için bir canavardır, ancak yüzünü bir maske arkasına sakladığı ve Christine için şarkı söylediği zaman Müziğin Meleği’ne dönüşür. Gregory Maguire’nin Lanetli kitabında, Oz Büyücüsü hikâyesinde, Batı’nın kötü cadısı olarak tanıtılan Elfaba’nın gerçek kimliğiyle tanışırız. Elfaba’nın, Oz Diyarı’nın iyi cadısı Gilda’dan farkı; görünüşüne, güzelliğine çok önem vermemesi, dobra, cesur ve biraz da asi olmasıdır. Oz Büyücüsü’nün bize sunduğu gibi kötü değildir; ancak güçlü bir kadın, ataerkil bir düzenin zayıf karakterlerince, toplum dışına itilebilmektedir.
İçinde kötülük olmayan toplum dışı canavarlar kadar toplumun bir parçası olsa da, içindeki kötülük ile gerçek canavarlar da vardır. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’i büyüleyici güzellikte, toplumun önde gelen bireylerinden biridir. Toplum Dorian’ın içindeki canavarı göremese de kendisi bir odada sakladığı portresindeki değişimle, zamanla içindeki canavarın ortaya çıktığını görür. Kötülük sıradan insanın içinde, derinliklerindedir. Canavarla yüzleşmek için insanın başka yerlere bakması gerekmez. Stevenson’ın bilim insanı Dr. Jekyll de insanın derinliklerindeki canavarla uğraşır. Kendi içindeki kötülüğü yalıtmak, ayırmak ister. Ancak çalışmaları istediği gibi gitmez ve kötülüğün su yüzüne çıkmasına; canavar olan Mr. Hyde’ın insan olan Dr. Jekyll’i ele geçirmesine neden olur. H. G. Wells’in bilim insanı Griffin de başlarda normal bir araştırmacıdır. Ancak bilim ona insanın ötesine geçme fırsatı, görünmez olma yetisi verince, onun da içindeki kötülük su yüzüne sızmaya başlar. Griffin bir bilim insanıyken Görünmez Adam bir canavardır. Bilim tutkusu, insanın içindeki kötüyü yavaş yavaş ortaya çıkarır; gerçek canavarı. Her zaman bilime de gerek yoktur. Mesela Sineklerin Tanrısı’nın çocuklarının içlerindeki canavarın ortaya çıkması için medeniyetten, kontrolden kopmaları yeterlidir. Kendi başlarına kalan çocuklardan bazıları vahşileşirken, bazılarının da içindeki kötü serbest kalır.
Bazı kitaplarda ilk bakışta alışıldık canavarlar görsek de, üzerine düşününce kavram muğlaklaşır. Lovecraft’ın bilim insanı Herbert West (Diriltici), Dr. Frankenstein’a benzer bir başlangıçla ölüleri tekrar hayata döndürmeye çalışır. Ancak başarısız denemeleri, insan olamamış canavarlarla sonuçlanır. Hikâye ilerledikçe gerçek canavarın diriltilenler mi, dirilten mi olduğu muğlaklaşmaya başlar. Matheson’un Ben Esfane’sinde Robert Neville’in yaşadığı şehirdeki tüm insanlar vampire dönüşmüştür. Hayatta kalan son insan Neville gündüzleri şehri dolaşır, bulduğu vampirleri öldürür. Gece olmadan evine çekilir ve gece boyunca vampirlerden saklanır. Bu hikâyenin insanlarla dolu bir şehirde, geceleri bulduğu insanları öldürüp, sabah olmadan saklanan Bram Stoker’ın Drakula’sından farkı nedir? Neden Drakula’da öldürene, Ben Efsane’de öldürülenlere canavar gözüyle bakarız? Hikâye ne olursa olsun canavar bizden olmayandır.
Canavar olmak, her hikâyede kötü, korkunç olmayı gerektirmez. Patrick Ness’in Canavarın Çağrısı’ndaki canavar dev gibidir ve vahşi bir görünümü vardır. Gerçekte ise annesi kanserle savaşan 13 yaşındaki Conor O’Malley’in korkuları, acılarının bir yansımasıdır. Canavar Conor için bir çeşit sığınak işlevi görür, canavarın hikâyeleri çocuğa zorluklarla mücadelesinde destek olur. Ray Bradbury’nin Eve Dönüş hikâyesinde ise tüm aile canavardır, Cadılar Bayramı’nı kutlamak üzere baba evinde bir araya gelirler. Aileden farklı olan tek karakter Timothy’dir; o normal bir insandır, sıradandır. Ailesi gibi özel değildir. Ancak ailesi canavar ya da insan fark etmez, aile özeldir. Timothy de ailenin bir parçasıdır, canavar olmaması sorun değildir.
Canavar bir zamanlar Anadolu’da adı söylenince geleceğinden korkulan kurtları anlatmak için kullanılan bir sembolmüş. Bugün ise her hikâyede yeni bir tanım, yeni yeni anlamlar kazanarak zenginleşiyor. Sevimlisinden çirkinine, ihtişamlısından kötüsüne, vahşisinden bize canavar miti hayatımızın her köşesinde.