Overlokçu
Kırmızı ışık yandı. Rana çantasından bir bıçak çıkarttı ve boğazını kesti. Kanlar sıçradı. Yeşil ışık yandı. Gaza bastım. Biraz ilerledikten sonra frene bastım. Gaz. Fren. Gaz. Fren... Durdum. Arabadan indim. Güneş tepedeydi. Kimse bizi fark etmiyor ve kimseye sesimi duyuramıyor gibiydim. Arabaya bindim gazı bu defa kökledim.
Şuursuzca gidiyordum. Ne kadar süre araba kullandığımı yolun kenarındaki ışıklı tabelalar gözümü alınca anlayabildim; karanlık çökmüştü. Nerede olduğumu bilmiyordum. Araba beni götürüyordu adeta. Cama sıçrayan kanlar kurumuştu. Rana buz gibiydi. Çirkin bir heykele benziyordu. Kendi kendime söylenmeye başladım. “Neden hastaneye gitmedim? Neden polise gitmedim? Neden Rana kendini öldürdü?” Gerçekten bir ölüydü. Rana ile uzun süredir birlikteydik fakat son aylarda aramızda görünmez bir duvar vardı. Çalışma odasına kapanır, saatlerce o kitaplarını okurdu.
Gördüğüm ilk benzinlikte durdum. Rana'ya çok kızgındım. Tutkusuzluğa tutkundu o. Ya çok gamsız görünür ya da çok telaşlı davranırdı. Söylenmeye devam ederek tuvalete girdim. Uzun zamandır kullanılmamış gibi pisti. Elimi yüzümü yıkayıp arabaya döndüm. Arabaya binecekken birinin seslendiğini duydum; “Taze kahve var, ister misiniz?” diyordu. Karanlıkta kim olduğunu göremedim. Sese doğru döndüm ve şık giyimli, zayıf, uzun boylu bir adam olduğunu gördüm. “Tabii,” diyerek ona doğru yürüdüm. “Ofiste size bir kahve ikram edeyim, pek burada duran olmaz. Market kapalıdır o yüzden,” dedi. Ofisine girip masanın önündeki koltuğa oturdum. Gerginliğimi belli etmemeye çalışıyordum. Masanın çekmesinden küçük bir viski şişesi çıkardı. “Kahveye koymamı ister misiniz?” dedi. Başımı hayır anlamında salladım. “Bu yoldan uzun zamandır kimse geçmedi, hangi rüzgâr sizi buralara attı?” dedi adam, kahvesinden bir yudum alırken. “Eşimin uzak bir akrabasına gidiyoruz,” dedim. Kendim dahi bu ses tonuyla söylediğim yalana inanmamıştım. Adam gülmeye başladı. “Kadınlar varoluşun sebebi ve yok edicisi,” dedi. “Kadınlar ne derse o olur. Kim bilir Tanrı da bir kadındır belki.” Tebessüm ederek hızlıca kahveyi içmeye başladım. Bir tuhaflık vardı adamda oysa ben öyle normaldim ki… “Pek kimse gelmiyorsa bu benzinlik niye var?” diye patavatsızca bir soru sordum. Adam gülümsemesini bozmadan “Baba mirası burası. Arada gelip kontrol ediyorum buraları. Bazen birkaç arkadaş ile toplanıyoruz. Issız olmasını seviyorum. Felsefe okudum ben. Fakat başka işler yapıyorum. Ufak bir derneğimiz var. Orasıyla ilgileniyorum.” Bu kadar içten anlatmasına şaşırmıştım. Muhabbeti daha uzatmak istediği belliydi fakat aklım arabadaydı. Rana'yı gömmem gerekiyordu. “Ben artık gitmeliyim,” dedim. Adam da ayağa kalktı ve yan tarafta bir pansiyon olduğunu, bir gecelik idare edilebileceğini söyledi. Bir şeye ihtiyacım olursa diye de kartını verdi. Teşekkür edip arabaya gittim.
Tüm mesele Rana'yı odaya sokmaktaydı. Pansiyona giriş işleri düşündüğüm gibi korkunç olmadı. Pansiyon sahibi yaşlı bir adamdı ve uykulu gözlerle adımı bir deftere yazdı, anahtarı verip odasına girdi. Televizyonun sesini açtı. Şans benden yana diye düşündüm. Rana çok ağırlaşmıştı. Kucağıma alıp odada yatağın üzerine yatırdım. Morarmış, tuhaf görünüyordu.
Adamın verdiği kartvizite baktım. Siyah üzerine altın rengi harflerle “Overlokçu” yazıyordu. Altında da telefon numarası. Yatağa uzanıp Rana'ya baktım. Ölmesini umursamadığım için kendime kızdım. Çantasını karıştırmak aklıma geldi. Ruj, broşürler, parfüm, telefon, küçük bir not defteri, ıvır zıvır şeyler ve fermuarlı yerinde iki tane hap vardı. Herhangi bir hastalığı yoktu bildiğim kadarıyla. Uyuşturucu olamaz diye düşündüm çünkü sigara bile içmezdi. Küçük not defterini karıştırmaya başladım. Adamın bana verdiği kartvizitin aynısı düştü kucağıma. Telefonun internetinden numarayı ve lokasyon hakkında bilgi edinmeyi denedim. İnternet oldukça yavaş çekiyordu. Dışarı çıkıp şansımı deneyeyim dedim. Hem bir sigara içerim diye düşündüm. Adamın ofisi görünüyordu buradan. Lambaları açıktı. El salladı beni fark edince. Yanıma geldi. Hâlâ bilgi bulamamıştım. Yaklaşırken telefonu cebime soktum. Adamın elinde küçük viski şişesi vardı. “Uyku tutmadı mı?” dedi. Hayır anlamında başımı salladım. “Kartınızda overlokçu yazıyor?” dedim, sorgulayan bir ses tonuyla. “Evet. Bu da aile mesleği sayılır aslında. Pek çok işi bir arada yürütüyorum,” dedi. Sigarayı yere atıp, “Arabadan bir şey almam gerekli,” diyerek arabaya gittim. Arabanın navigasyon sisteminde kayıtlı yerlere baktım. Rana arabayı kullanıyordu genelde ve kaydediyordu adresleri. “Overlokçu” diye bir adres gördüm. Hem de burasını gösteriyordu adres. Otomatik olarak buraya gelmiştim demek ki. Burasının gizemini çözmem gerekiyordu. Adamın beni izlediğine dair bir şüphe oluştu içimde. Pansiyona döndüm. Rana kokmaya başlamıştı. Yirmi bir gram filmini hatırladım. İlginç olansa Rana yirmi bir gram eksilmek yerine yirmi bir kilo almış gibiydi ölü bedeniyle. Yüzü betondan yapılmış gibi duruyordu. Ölmek ne tuhaftır; doğmak ise mutluluk verici gelir. Belki de öyle değildir. Bizler öyle olduğuna inanmak istiyoruzdur.
Güneşin doğuşuna iki saat vardı. Rana'nın çantasındaki not defterini karıştırmaya devam ettim. Karmaşık, gelişigüzel kelimeler yazılmıştı. Kiminin altına tarih atılmış kimisinde altı kırmızı renkle çizilmiş. Evlilik tarihimiz bile yazıyordu. Rana nasıl bir işe bulaşmış olabilirdi? Ona üzülmediğim için kızgınım kendime. Burasıyla bağlantısını çözmeliydim. Not defterinin arkasında “Overlokçu dikecek yaralarımızı” yazıyordu. Giderek adama karşı öfke doluyordum çünkü Rana onun yüzünden ölmüş olabilirdi.
Güneş doğarken tekrar dışarıya çıkıp etrafı kolaçan ettim. Pansiyonun arkasında kimsenin dikkat etmeyeceğini düşündüğüm boş alana Rana'yı gömebilirdim. Arka tarafa geçtim. Çeşmeye takılı hortumun yanında kürek vardı. Kazmaya başladım. Kuş sesi dahi duyulmayan bir yerdi burası. Rana’yı kucaklayıp kazdığım çukura koydum. Koymadan önce ceplerini kontrol ettim. Saçlarını son kez sevdim ve “Hoşça kal, güzel uykular,” dedim. Son toprağı da kürekle attığım an adam yanıma geldi. “Sabah sporu mu?” dedi. Panikledim ve pansiyondaki yaşlı adamın toprağı karıştırmak için yardım istediğini söyledim. Gülümseyerek, “Kahve içelim,” dedi.
Ofisine gittik. Gün ışığında ofis oldukça pis görünüyordu. Karmaşık ve eskiydi her şey. “Dernek işleri ile uğraşıyorum demiştiniz, nasıl bir dernek bu acaba?” diye sordum. Sesim net ve sorgulayıcıydı. Adam birden gerildi ve “Sizde katılmak ister misiniz?” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim kartviziti söylesem ne düşünürdü? Rana bu adamla beni aldatmış olabilir miydi? “Overlok işlerinin alakası yoktur sanırım,” diye tereddütlü bir soru sordum ama adamın çıkardığı kitapları görünce olabileceğini düşündüm. Bu kitapları Rana'da da görmüştüm. İçlerinden biri kalın ve eski bir kitaptı. Üzerinde aynı kartvizitte olduğu gibi altın rengiyle “Overlokçu” yazıyordu. “Nedir bu overlok olayı?” diye biraz gevşek bir tavırla sordum. Adam sert bir çıkış yaptı. “Bizler, günahların ruhları azat ettiği gün bedenin yaralarını dikecek olanlarız,” dedi. Böyle bir cevap beklemiyordum. “Nasıl olacak bu iş?” dedim. Elime iki tane hap koydu ve birini sabah gün doğarken, diğerini güneş batarken yutmamı söyledi. “Uyuşturucu kullanmıyorum,” dedim. “Bunlar sadece anahtar,” dedi. “Birini yutmayı unutursam ne olur?” diye sordum. Rana bunları yutmayı unutmuş ya da reddetmiş ve kendinden geçerek intihar etmiş olabilirdi. Sorumu duymuş gibi adam gözlerimin içine bakarak, “Ruhun acı çeker ve bedenin ruhunu çıkarmak için her şeyi yapar,” dedi. “Tamam,” diyerek hapları cebime koydum. Güneş batarken ofise gelmemi söyledi.
Arabanın torpido gözünü, bagajı koltuk altlarını her yerini karıştırdım. Bir iz ya da bunların açıklaması olacak bir şey bulmak istedim. Çiğnenmiş sakız, ped, gelişi güzel tarihlerin yazıldığı not defterleri ve yine o haplardan buldum. Telefon hâlâ çok zayıf çekiyordu. Pansiyona gidip biraz uyumaya çalıştım. Rana'nın ölü bedeni arkada gömülüyken uyumak zordu.
Güneş batmak üzereydi ve ofise gittim. Gelin benimle, dedi adam ve merdivenlerden aşağıya bodrum katına indik. Büyük bir platform sahne vardı. Cam kafesin içinde bir kadın kollarından ve bacaklarından gerilmiş, çırılçıplak hareketsiz duruyordu. Karşısında sandalyeler diziliydi. En öne oturduk. Şık giyimli insanlar gelmeye başladı. Opera ya da bale gösterisi izleyecek gibiydi herkes. Gülüyor, ikram edilen şarapları yudumluyorlardı. Kadını görünce irkildim ve gitmek istedim. Rana olabilirdi yerinde. Karşı koyamadı belki de. Adam, gösterdiği kalın kitabı da getirmişti. Bir sayfasını açtı. “Burada yazanlar dünyayı kurtaracak ve ben yeniden yaratacağım,” dedi. Cebinden bir bıçak çıkardı ve koluma bir çizik attı. “Acı varken güç vardır,” dedi. Bu cümle Rana'nın not defterlerinden birinde yazıyordu. Cam kafesin içine doktor gibi giyinmiş birisi girdi. Eline neşter aldı ve kızın yüzünü alnından itibaren kesmeye başladı. İnsanlar çok güzel bir şey izler gibi gülüyor heyecanlanıyordu. Kaçmak istedim fakat adamın neler yapacağını tahmin edemiyordum. Doktor kadının yüz derisini çıkarmaya başladı. Kadın çığlıklar atıyordu. Kalabalıktan birisinin ağladığını gördüm. Adam elindeki kitabı açtı ve “Tanrı’nın terziliği, overlokçu olmadan bir hiçtir. Bizler son dikişi yapacak ve ruhu azat edeceğiz,” dedi. Kadının çığlıkları artıyordu ve doktor omzundan kesmeye başlamıştı. Kadın artık nefes alamıyor gibiydi. Kırmızı eti, damarları, derisinin altındaki her şey olduğu gibi görünüyordu. İzleyenlerden bir kadın koşarak kesilen kadına bir şeyler sordu. Sesleri duyulmuyordu ve kesilen kadın ne söylediyse, soru soran kadın çantasından bir bıçak çıkarttı ve onun boğazını kesti. Tıpkı Rana gibi. Ayağa fırladım ama adam kolumdan sertçe tuttu. Başım dönüyordu. Koluma bir kesik daha attı. Gitmek istiyordum ama bedenimi kontrol edemiyordum. Bıçakta uyuşturucu olmalıydı. Doktor kesme işlemini bitirdikten sonra kadının derisini yüzdü. Adam ayağa kalkıp beni kolumdan sürükleyerek cam kafese götürdü. Platform sahnenin arkasından dev bir makine getirdiler. Adam, kadının derisini aldı. Üzerime koydu. Kanlar üzerime akıyordu. Hareket edemiyordum. Kalabalık hep bir ağızdan, “Günahlarımızı bağışla overlokçu, ruhumuzu azat et,” diyordu. Midem bulanıyor, kusmak istiyordum.
Kırmızı ışık yandı. Rana çantasından kırmızı rujunu çıkarıp sürdü. “Üç dakikada uyudun pes doğrusu!” diye söylenmeye başladı. Uyumamıştım ve nerede olduğumu algılayamıyordum. Radyoyu açtım. Spiker, korkunç cinayet diyerek bu sabah gerçekleşen bir haberi anlatıyordu. Gizli bir tarikatın insanları kurban etmek için kullandıkları yöntemlerden bahsediyordu.
“Anlattığı her şeyi gördüm. Oradaydım!” dedim. Rana sakızını balon yaparak patlattı. “Saçmalama canım,” dedi. Çantasından bir bıçak çıkarttı ve elmayı kesti. Elmanın günahları af olmuş ve ruhu acı çekmeden bedeninden ayrılmıştı. Yanımızdan overlokçu arabası geçti. Kolumdaki çizikleri fark ettim. Dikiz aynasından, adam bana gülümsüyordu.