Nükleer Kek Parçacığı
Bundan yedi ya da sekiz sene kadar önceydi. Ev yemeği yerken oyun oynamanın, sabahın ilk ışıklarına kadar dizi izlemenin hayalini kurarak, yaz tatili için memlekete gelmiştim. Gelenler, gidenler, sene boyunca arayıp soramadığım akrabalar gibi birçok işi aradan çıkardıktan sonra dönem boyunca kurduğum hayale yaklaşmış, bünyemde aylarca hüküm sürecek olan sağlıksız beslenmeye, uyku düzeni bozukluğuna ve beyin uyuşukluğuna teslim olmaya hazır hale gelmiştim. Bu düzen, lise yıllarımda kendi çabalarımla keşfettiğim bir rutindi ve eğitim hayatımdaki yeni bir döneme, bu yaşam tarzı sayesinde adapte olabiliyordum.
Öğle vaktine yakın uyanıp duş aldıktan sonra üst sokaktaki markete gitmeye karar verdim. En az üç ay kadar sürecek yenilenme sürecim için bolca abur cubur zulalamam lazımdı. Marketten birçok gofret, cips, enerji içeceği ve birkaç paket çikolata, dolgulu kek aldıktan sonra elimdeki poşetlerle eve geldim. Poşetleri odamdaki dolabıma koyup bilgisayarımın başına oturdum. O sırada annem kapıyı açtı. “Misafir gelecek, sen de gel yanlarında otur biraz,” dedi. Evin büyük oğlunun yanlarında oturmaması, misafirler için büyük saygısızlık anlamına gelirdi. Böyle görmüş, böyle öğrenmiştik. Bu sebeple kimin geldiğini bile sormadan, her ne kadar içimden büyük bir can sıkıntısıyla saydırsam da dışımdan başımı salladım.
Aradan çok az bir zaman geçmişti ki kapımız çalındı. Annemin sesiyle odamdan çıkıp salona geçtim. Odaya adımımı atmamla birlikte ortama mutlak bir sessizlik hâkim oldu. Teyzelerin her biri konuşmayı bırakıp, beni izlemeye başladı.
“Rahatsız olmayın lütfen, siz devam edin,” diyerek boş koltuklardan birine oturup, beklemeye başladım. Bakışlar halen üzerimdeydi. Annem mutfaktaydı. Kendimi savunmasız hissettiğim nadir anlardan birinin içine düşüvermiştim. Ben de; en iyi savunma, saldırıdır, düşüncesiyle teyzelerden en yaşlı olanının gözlerine bakmaya başladım. Zincirin en zayıf halkası o gibi görünüyordu.
“Ne okumaktasın oğlum?” dedi bakışlarını ayırmadan. Sözcüklerinin her birinde arada nokta varmış gibi kısa bir süre duraksıyordu konuşurken.
“Mühendis olacağım abla.”
“Maşallah, maşallah… Yüksek mühendis mi?”
“Yok abla,” dedim. “Nükleer enerji benimki.”
“Radyasyonla ilgili değil mi o?” diyerek lafa girdi bir başkası.
“Eh, kısmen.”
Hafifçe geri çekilerek, “Aman Allah korusun oğlum,” dedi yaşlı teyze. “Çok tehlikeli bir şey bu radyasyon. İnsanın iliğini kemiğini kurutuyor. Fazla yaklaşmamak lazım.”
“Bilmem. Ben hazırlığı bitirdim şimdi.”
“Gelince iyice bir çitilenseydin.”
Bana uranyum parçacığı muamelesi yapıyorlardı. Cevap vermeyi gururuma yediremedim. O sırada kapıdan annem girdi. Sessizlikten faydalanıp, annemin elindeki çay tepsisini almak üzere ayağa kalktım. Kaş göz işaretiyle odama gitmek istediğimi belirttim.
“Çayları dağıt da odana geç sen oğlum,” dedi.
“Oğlan hiç zahmet etmesin,” diye atıldı teyzelerden biri.
“Yok abla, ne zahmeti?” dedim. Çayları dağıtmaya başladım.
Hiçbiri dokunmadı çaylara. Birbirlerine kaçamak bakışlar atmaya başladılar. En sonunda içlerinden biri, “Aysuncuğum sizde ıslak mendil var mı?” dedi. Ben, ıslak mendili almak üzere mutfağa doğru yol alıyordum ki “Sen dur oğlum, Aysun getiriversin hemen,” dedi kadın. Annem de ben de anlam veremedik buna. Islak mendil gelince teker teker çay bardaklarını silmeye başladıklarında anladım durumu. Onlara radyasyon bulaştıracağımdan çekinmişlerdi. Bozuntuya vermedim.
“Müsaadenizle ben odama geçeyim,” diyerek kalktım ayağa. Canlarına minnet olduğu için kalmamda ısrar etmediler. Kapımı kapatıp bilgisayarımın başına oturdum. Kulaklığımı takıp oyuna girmek üzereydim ki sandalyemin sarsıldığını hissettim. Panikle kulaklığı çıkarıp başımı çevirdiğimde tombul, sevimsiz, tas kafalı bir çocuğun pençelerini sandalyeme geçirdiğini fark ettim. “Sen kimsin?”
“Eymen,” dedi. Böyle, düzgün bir Türkçe ile de söylemedi bunu. Ağzı dolu dolu söyledi.
“Annen kim senin?” dedim.
“Şükran,” dedi.
Şükran’ın kim olduğunu bilmiyordum. Sorgulamak da içimden gelmedi. İçimden sabır çekerek bilgisayara döndüm. Sandalyem tekrar sallandı.
“Oyun mu oynayacaksın?”
“Evet.”
“Ben de oynarım o zaman.”
Elimin tersine çok yakışan bir pozisyonda duruyordu ama sakin kalmaya çalıştım. Başımı bile çevirmeden “Sana göre değil bu oyun,” dedim.
“Ağlarım ben de.”
Dönüp Eymen’in yüzüne baktım. Ellerini arkasında birleştirmiş, çenesini dikleştirmiş, kaşlarını çatmış bir şekilde yüzüme bakıyordu. O an aklıma marketten aldığım abur cuburlar geldi. Oyun keyfim için zulamı feda edebileceğimi düşündüm. “Çikolata sever misin Eymen?”
Çatık kaşları eğri büğrü bir hal aldı. “Çikolata ne?”
“Yemedin mi hiç?”
Başını iki yana salladı. Elimle yatağımın yanındaki dolabı gösterdim. “Şu dolabı aç. İçindeki poşeti alıp gel.”
Arkasını dönüp dolaba doğru gitti. Kapağı açtı, eğilip içerdeki büyük poşeti çekerek dışarı çıkardı.
“Dikkat et, yırtma.”
Poşet, Eymen’e o kadar büyük geliyordu ki iki eliyle çenesine kadar kaldırsa da halıya sürtünüyordu poşet. Şişmiş yanakları hızla alıp verdiği nefeslerle kıpkırmızı hale gelmişti. İçimden onu “Yanlış poşet getirmişsin, götür bunu diğerini getir,” diye odada dolaştırıp durmak gelse de bir an önce oyun oynamak istediğim için yapmadım bunu.
Poşeti zorlukla da olsa sürükleyerek getirip ayaklarımın dibine bıraktı. Eğilip karıştırmaya başladım. Bir anlık hevesle almış olsam da hiç ısınamadığım dolgu çikolatalı keklerden birini çıkarıp Eymen’e uzattım. Çocuk, hayatında ilk defa gördüğü paketi iki eline alıp meraklı gözlerle incelemeye başladı.
“Aç da ye. Yatağa dökme.”
Başını sallayarak yatağıma çıktı. Yumuk yumuk elleriyle parçalayarak açtı kek paketini. Keki iki eliyle tutup ağzına götürdü. Koca bir ısırık aldı. Halinden memnun bir homurtu çıkardı. Ben de önüme dönüp oyunumu oynamaya başladım.
Eymen’in homurtusu, aralıksız bir şekilde bir süre devam etti. Bunun üstüne şapırtılar da eklenince daha fazla dayanamadım. “Biraz sessiz ye,” dedim ama çocuk sözlerime hiç aldırmadan gömüyordu dolgulu keki. Bir dolgulu kekten alınabilecek en büyük keyfi alıyordu. Çikolataya bulanmış parmaklarını yalama seslerini duyuyordum. Yatağımın ne hale geldiğini düşünmek bile istemiyordum. Bir süre sonra sesler tuhaflaşmaya, boğuk bir hal almaya başladı. “Boğulacaksın Eymen, düzgün yesene şunu oğlum,” dedim.