Mor Kambur
Mor tüller uçuş uçuştu içeriye dolan rüzgârla. Bir padişah otağını andıran oldukça gösterişli Acem işi çadırın iki yanından salınarak geçmişten geleceğe dilsiz olan harfleri süpürüyorlardı. “Dilli harflerde mi var?” sorusu akıllara gelse de efsunu çözülmedik düğüm düğüm olmuş hayatların ahrazlığı baş gösteriyordu Shahla’nın bağdaş kurduğu postunda. Postunun hemen yanında, süslü mürekkep şişesindeki divite uzanarak harflere dil üfürüyordu. Beyaz kâğıtlar divitten çıkan sözcüklerin sırlarıyla dolup taşıyordu. Alt alta dizilmiş kerrat cetveline çarpılan rakamlar da cabasıydı. Shahla’da bir iz sürme hali, iyice kaptırmış kendini. Anlaşılan yeni müşterisi pek yabancı. Ağzından cımbızla laf alınmıyor mübareğin. Harfler yeminli, konuşacağa benzemiyor. Varsa da yoksa da rakamlar... Ama Shahla’ydı bu. Divitin ucunda aradığı her ne ise, elinden ya kaçan ya uçan kurtulurdu.
Birkaç damla mürekkep daha damlattı önündeki kâğıda. Mürekkepler kâğıdı dalga dalga boğarken harflerde tık yoktu. Allah Allah! Şeddesi unutulmuş vav gibi kıvrılıvermişti sözcükler. Sözcükler ketum, Shahla onlardan daha ketumdu.
Kâğıda çizilen formüller buçuklu sayılardan sıkılarak tam sayılara çevrilmeye can atıyordu oysa. Öfkeli devinimlerden iyice uyuşan işaret parmağı ısrarla sonuca odaklanmıştı. Gel gör ki olan biten yoktu ortada. Çaba vardı. Parmakların direnişi vardı.
Baktı olacak gibi değil, diviti mürekkep şişesinin içine fırlattı. Bir hışımla ayağa kalktı. Mor tüller uçuşmaya devam ediyordu.
Shahla ayaklanınca karşısında oturan Rava’yı bir meraktır saldı. Acaba şimdi ne yapacak diye takip ediyordu onu gözleriyle. Saten şalvarını savura savura çadırın girişine giden Shahla, bir sola bir sağa o daracık alanı aceleci ve sabırsız adımlarla arşınlıyordu. Tüllerin baş döndürücü esişi esrik bir tat veriyordu bu kasvetli ortama. Bir müddet olduğu yerde kımıltısızca etrafı izledi. Parmakları zangır zangır titriyordu. Şalvarının kuşağının içine daldırdı elini. Bir sigara paketi çıkardı. Paketin içinden çıkan pembe çakmakla parmaklarının arasına aldığı sigarayı ikinci çakışıyla yaktı. Öyle ferahladı ki... Kabına sığmayan bedeni oyalanacak bir şeyler bulmuştu. Ya düşünceleri? Nasıl baş edebilecekti onlarla? Kendini bildi bileli meslek hayatında tıkır tıkır giden işlerine nazar mı değmişti ne? Ne kabahat işlemiş de göktekini kızdırmıştı?
Sigaranın çadıra çizdiği kavisli dumanlara daldı bir aralık. Bulanık, şaşkın ve kararsızdı. Rava’ysa çoktan Shahla’dan ümidini kesmişti. Bitse de gitsem havasındaydı. Aslında o an her şeyi bırakıp gidebilirdi. Bir güç elini kolunu bağlıyordu. Dili damağına yapışmış, adeta nefessiz kalmıştı. Israrla bir son bekliyordu. İyi de kötü de olsa bir son... Şimdilik dakikaları askıya almıştı. Biraz daha, biraz daha sabır diyen içsesinin kölesi olduğu için hayıflanıyordu. Gürültüsüz bir çatışmanın ortasında çığlık atmaya can atıyordu hâlbuki. İç sesler, iç kalabalıklar, iç savaşlar...
Ufaktan kendisi de ayaklandı. Shahla tüllerin arasına yüzünün uzaklığını yerleştirmiş, dalıp gitmişti. Daldığı âlemden onu uyandırmayarak parmak uçlarına basa basa gitmekti amacı. Tüllerin savrulan tatlı ılıklığı yüzüne çarpıyordu. Bir sürüngen edasıyla kıvrıla kıvrıla çadırdan çıktı. Pusulasını şaşırmışlara has yürüyüşüyle toprağı incitmekten korkarak gidiyordu. Kafasını kaldırıp onun çadırdan çıktığını fark eden Shahla, gür sesiyle ortalığı inletti. Rüzgâr, sesini dağ eteklerinden silkeleyerek bu çorak boşluğa yığıyordu avuç avuç.
“Akşam vakti güneş çekilince belli olacak yıldızın, bekle!”
Beklemek zor değildi. Buyurgan kelimelerin ağırlığı altında kalarak ezilmekti mesele. Shahla onun soru dolu gözlerine aldırış etmeden elindeki usturlabı evirip çevirmeye devam etti. Yıldız tutuyormuş. Tutar tutmaz konum da atıyormuş! Gece görüşü muazzammış üstelik. Diviti alıp karalıyordu usturlabın üzerindeki levhayı. Epeyce vakit varken iştahla başlamıştı çalışmalara. Rakamların inat edip sırt çevirdiği kadersel döngü, yıldızların hışmından kaçamazdı ya! Örümcek denilen hareketli dönencenin duruşu, acaba hangi yıldızın konumunu fısıldayacaktı kulağına? Bu kulaklar neler neler duymuştu!
Rava, çadıra dönmekle dönmemek arasındaki kıl çizgideydi. Yıldız bekleyecek kadar yıldızı düşüktü hâlbuki. Yerdekilerden ne hayır görmüştü de göktekilerden medet umaydı? Çadır dönüm noktasıydı. Ya içeriye girip risk alacak, ya da çekip gidecekti.
Kafası allak bullaktı. Yazgısını neden fi tarihinden kalma bir aletin yıldızları tutmasına bağlayacaktı ki? Yıldız tutanmış! Şu sürmeleri taşmış deli gözlü kadın da elindeki yıldız oltasına mürekkep banyosu yaptırarak nasıl bir orijinal bir yazgı ortaya çıkaracaksa artık? Kısa vadeli bir kaçışın acabalarıyla boğuşacaktı giderse. Ya kalırsa? Uzun vadeli baskılar sırtlanacaktı omuzlarına. Dünya yeterince ağır değil miydi?
Shahla, Rava’nın kararsız kalışına şaşırmıştı. Dünya’nın öbür ucunda şifalanmak için akın akın gelenler vardı ona, yolda olanlar, yolda kalanlar, yolsuzlar... Emin misin diyordu susarak. Rava ne diyeceğini bilememenin hüznüyle tekrar çadıra seğirtti. Süngüsü düşmüştü. Yaşamalıydı. Öyküsünün sonu çözülecek miydi, yaşayıp görecekti.
Saatler uzuyordu. Rüzgâr tülleri oynaştırıp estikçe buradan çok uzakta, miller boyunca uzakta, açık denizlerin kadifesi solmuş yosun yorgunluğu doluyordu içeriye. Sulara tutunmaya çalışan yosunun tutamaksız hali canlanıverdi gözünün önünde. Can çekişen o yosunun ağzında eriyen dakikaların hüznüyle karşılamaya çalışıyordu akşamı.
Akşam gecikmeli de olsa nihayet dayanmıştı kapılarına. Göğün lacivert urbasında yanıp sönen yıldızlar, biz buradayız, diyordu artık. Ne çoklardı. Avuç avuç sim dökmüşlerdi sanırdınız göğe. Shahla, yıldız geçidi içinde usturlabı ile dolaşan bir umacıydı. Beyaz boynu göğün derinliklerinde parlıyordu. Rava’yı unutmuş, yıldız avına çıkmıştı. Ava çıkmadan mumları yakmış, tütsülerle kutsamıştı çadırı.
Mum ışığı çadıra tatlı bir loşluk vermiş, ortamı dinginleştirmişti. İncelip uzayan alev ritimsiz bir dansla çadırın tepesinde alçalıp yükseliyordu. Shahla çadırı araladı. Yüzü, halinden memnun olanlara özgü yaman bir gülümsemeyle doluydu. Usturlabı kutsal bir kitap taşır gibi göğsünün üstünde tutarak içeri girdi. Safran sarısı saten şalvarını toplayarak otağına bağdaş kurdu. Tepeden tepeden bakıyordu Rava’ya. Bildiğin iyice havaya girmişti. Bakışlarına sonradan görmelere özgü bir alaycılık sinmişti.
“Evrenin asla onay vermediği, öyle ki zamanın kovuğunda kalmış bir boşluk anına gelmiş doğumun. Ay ve güneşin sırtını döndüğü Zodyak, ruhuna çentik atarak karma dengeni bozan Vedik, bütün Batı ve Hint yıldızlarının ağzını beş karış açık bırakan bir zamandan geliyorsun.”
Rava hiçbir şey anlamamıştı. Şaşkınlığını üzerinde atamadan Shahla’nın “Adının baş ve son harfini söyle,” komutuna karşılık, “ra” ve “vav” sesleri çıktı ağzından cılızca.
“Nasıl ağır bir ad... Düşünmek anlamında... Düşünmek yeterince yorarken bu anlamı bir ömür boyu taşımak zor olsa gerek...” diye fısıldadı Shahla. Sözcük saldırısına uğramaya devam ediyordu Rava. Shahla ise zevkle sunumunu yapıyordu; yönetmen koltuğunda, ipler elinde, süslü otağının kutsal envanterleriyle... Yıldızlar, usturlap, divit... Hepsi de sivri, hepsi de acıtıcı... Dili, hepsinden sivri.
“Annen ve baban var ama yok. Keşke doğduğunda da olmasalarmış... Belki o zaman evrenin senin için daha güzel planları olabilirmiş. Onlara musallat olan kötü enerjiler ata yadigârı olarak sana nur topu gibi bahşedilmezdi. Ne desem bilemedim. Aile dizimin facia... Yıldızlar n’apsın?”
Rava kulaklarına kadar kızardı. İçinde patlayan bir revolverin sıcak ağrısı yayılıyordu tüm uzuvlarına.
“Gölgede kalmışsın. Ne eril ne dişilsin. Güneş ve ay, parlaklığından mahrum etmiş seni. Güneşi görmelisin, ay parlaklığına kavuşabilmen için. Yakıcı, yıkıcı, dondurucu... Her koşulda görmelisin.”
Shahla’nın söyledikleri Rava’ya ulaşmıyor, çadırın süslü tüllerini havalandırıp uçucu bir madde gibi dağılıyordu. İnanması güç, fazla havai telkinlerdi bunlar. Dinlerken bile içi sıkıldı. İçten içe hayıflandı. “Ne işi vardı burada? Fazla mı işsizdi acaba?”
Bakışının ölgünlüğü bulaştı yerdeki el dokuma desenli kilime, mürekkebe, yıldız tutana, çadırın tüllerine değin bulaş bulaş oldu her yer. Zaman dışında nesneler cıvıklaştı; Shahla tüm bu akışkanlığın içinde giderek ilahlaştı.
“Önce düş... Sonra düş... Hikâyeler düşlerle başlar. Bir bakarsın balçığın içinde çırpınıyorsun. Ne zaman düştün? Nasıl düştün? Neden sen? Ne yapmalı? Sorular kutsar düşüşünü. Görmeyen, duymayan kalmaz. Gözün aydın. Artık herkesin dilindesin. Öyle ki seni tanımayanlar bile tanır. İşte orada, tam da boğazına kadar batmışken, tüm güçsüzlüğüne rağmen tüm gözüpekliliğinle kaykılıp uzun atlama yapman icap eder. Ya daha da batacaksın; ya çıkacaksın. Lamı cimi yok! Uzun sözün kısası; bir düşe ihtiyacın olacak. Önce düşte pişeceksin. Sonra gerçekte...”
Rava düşlerini kaybedeli yıllar olmuştu. Yalnızca sözlükte geçen albenisi yüksek bir lakırdıdan ötesi yoktu belleğinde düşe dair.
“Bakma öyle yüzüme, ilk defa duyuyormuş gibi, hiç mi hayallerin yok?”
“...”
“Yolculuğunun durağı düşlerine sarılmak... Yok öyle sana altın tepsiden kurtuluş... Bir durak lazım, bir es, bir durul. Yaşam yorgunu olmayı baştan kabul edersen yandın. O yorgunluğu o sırttan ancak düşler atar.”
Rava, “Bu ne diyor?” diye alık alık baktıkça, Shahla parmaklarını kütleterek sabırsızca saydırmaya devam ediyordu.
“Git sadeleş, düş kuramıyorsan bile sadeleş. Önce insanlardan başla kurtulmaya. Ne zaman ki onlardan arınırsın, sıra eşyaya gelir. Bırak, doğa en büyük tesellin olsun. Ağaca yan derdini, pencerene konan kuşa söyle şarkını, yağmura doysun yüzün, toprağı öpsün ayağın, selamını bir tek güneşe fısılda, denizle flörtleş, sularına bırak vücudunu ve unut. Gör bak o zaman nasıl hafifsin!”
Az hareket etmeye yazgılı bir kaplumbağanın şapşallığı vardı Rava’da. Tek fark, sırtında değildi yükü. Doğumuyla birlikte döşüne armağan edilmiş bir kambur... Besleyip büyütüyordu onu. Seviyordu. Bunca ağırlığı taşıyan biri olarak hafiflik ona bir masal hurafesi gibi geldi.
Shahla, parmaklarını Rava’nın kalbine koymaya yeltenince, elini kızgın bir maşaya yapıştırmış gibi hızlıca çekti. O nasıl bir telaştı! Gözbebekleri iyice büyüyen Shahla’yı bu denli heyecanlandıran ne olabilirdi ki?
Kalbinin üzerine yuva yapmış bir tümsek vardı Rava’nın. Sinsi tümseğin can sıkıcı lal varlığı yayılıyordu çadırın içine. O bülbül gibi şakıyan Shahla, apışıp kalmıştı öylece. Nesneler bile bu suskunluğun huzursuzluğuyla aidiyetini kaybetmiş, gittikçe solmaya başlamıştı.
İçinin kamburu dışına vurmuş! Vah vahh! Dert topağı olduğu nasıl da belli a dostlar! diyen çatlak sesler yığılıyordu nefes aldığı her yere. Dışardan içeriye iskif edilen bir tomar ses yığını, kulak zarını patlatırcasına desibelini arttırıyor, dayanılmaz ağrılar veriyordu döşünün sol yanına. Tümsek; seslerin etkisiyle yarılıyor, iyice belirginleşiyordu. Yarıktan sızan irinler yılların birikintileriydi. İstese de bir anda kurtulamazdı onlardan.
Oysa ne çok isterdi ruhunu kangren etmeden o tümsekten atlamayı?