top of page
Yazı: Blog2 Post

Mağara Duvarlarında Başladı, Mağara Duvarlarında Biter

Üzerinde yaşadığımız gezegenin yaklaşık 4,5 milyar yaşında olduğu, genel kabul görmüş bilimsel bir bilgidir, malûm. Gezegenin kalan ömrü için 2 milyar yıl ile 5 milyar yıl aralığında birbirinden epeyce farklı tahminler olmakla birlikte, yaklaşık olarak geride bıraktığı ömür kadar daha ömrü olduğu kanaati ağır basar. Şükran duygumuzu ifade etmek için “Toprak Ana” dediğimiz, adını “Dünya” koyduğumuz bu ender gezegenin cüssesi dikkate alınıp düşünüldüğünde, milyarla telaffuz edilen yılların pek de yadırganmayacak bir ömür süresine tekabül ettiği biraz daha rahat tahayyül edilebilir. Yüz binlerle ifade edilen sayıda canlı türe ev sahipliği yapan gezegenimiz, anlaşılan o ki ömrünün orta yaşını idrak ediyor veya orta yaşı aşmış, yaşlılığa yüz tutmuş bir evrede.


Ömrünü tamamlamasından kasıt güneşten uzaklaşması, güneş tarafından yutulması veya güneşin sönmesi sonucu mevcut canlı yaşamın sona ereceği midir, dünyanın yere düşen bir bardak gibi tuzla buz olup boşluğa savrulacağı mıdır, yoksa dünyanın bağlı bulunduğu sistemde başka bir doğal eylemin gerçekleşeceği midir? Bu ve benzeri bütün konularda bilim insanlarına kulak vermek gerek. Çünkü onlar, “benden sonra tufan” demeyip, eldeki bütün bilgi ve veriler ışığında geleceğe dair öngörüde bulunurlar.


Yeryüzü şimdiye dek, bilim çevrelerince tespit edilebilen 5 büyük altüst oluş yaşamış, her defasında türlerin yüzde sekseninden fazlası yok olmuş ve sonra yeni türler ortaya çıkmış. “Kıtaların Ayrılması Teorisi” dikkate alındığında bile dünyanın nelere gebe olduğu kolaylıkla öngörülebilir.


Dünya da bağlı bulunduğu sistem de büyük altüst oluşlar ve küçük hareketlerle kendi döngüsünde bir organizmadır esasen. Gezegenlerin, güneş sistemlerinin, galaksilerin, evrenin birbirine bağlı düzeni veya işleyişi içinde Dünya, oldukça küçük ve önemsiz bir yer işgal eder. Fakat başta insan olmak üzere yeryüzündeki bütün canlılar için maddi anlamda ondan daha önemlisi yoktur.


Dünyanın güneş çevresindeki hareketi/dönüşü sırasında ikisi arasındaki uzaklık sürekli aynı kalmıyor. Dünyanın güneşe uzak olduğu-yakın olduğu zamanlar var. Eksen değişiyor, kutupların konumu da sürekli aynı kalmıyor. Bir yıllık devinim süresinde bu oluyorken, örneğin elli bin yıllık bir devinimde durum ne olur? Bunu düşününce, geçmişte yaşanan büyük ve küçük buzul dönemlerinin gelecekte de vuku bulacağını kanaati oluşur ve bu da katiyen kehanet olarak yorumlanamaz. Devasa gök taşlarının gezegenimize çarpması sonucunda oluşacak vahim hallerin geçmişte olduğu gibi gelecekte mümkün olduğunu varsaymak da kehanet değildir. Suyun ve toprağın (denizlerin ve karaların) geçmişte olduğu gibi gelecekte yer değiştirebileceğini söylemek de kehanet değildir. Çöllerin verimli topraklara, verimli toprakların çöle dönüşebileceği olasılığını dillendirmek de kehanet değildir. Büyük bir altüst oluşla gezegenimizdeki türlerin yüzde seksenden fazlasının yok olacağı kanaati de kehanet değildir.


Bilim çevreleri ve dünyayı yönetenler böyle bir hal öngördükleri için olsa gerek, yeryüzündeki bütün bitki tohumları dağların derinliklerinde depolanıp muhafaza altına alınıyor. Uzay programları, genetik çalışmaların hiç olmazsa bir bölümü böyle bir meseleyle başa çıkabilmek için olsa gerektir. “İnsansı robot” yapımı da bir ölçüde bu kaygının sonucu gibi görünüyor. Ondan daha önemlisi ise, “robotsu insan”a dair çalışmalardır.


Gezegen, içinde yer aldığı sistemin bir parçası olarak devinimini sürdürürken, kısacık ömrü olan bizlere stabil gibi görünen doğal döngü, çok açık ki hakikatteki doğal döngü değil. Yaşam için norm haline getirdiğimiz tanımlara, saptamalara uygun doğal döngü birkaç on bin yıl veya birkaç yüz bin yıl sürse bile, gezegenin tarihinde kayda değer değildir. Doğal döngüde belli periyodlarla küçük ve büyük yıkımlar var. Buna “yenilenme” demek belki daha doğru olur. Doğayı böyle ele almak, böyle düşünmek icap eder. İnsan türü kendisini gezegenin ve hayatın merkezine koyma eğiliminde olduğundan, genel olarak akılcı davranmayı rehber edinse bile böylesi konularda maalesef aklı devre dışı bırakabiliyor. O yüzden, evrensel döngünün azameti karşısında neredeyse “hiç değerinde” olduğumuzu görmezden geliyoruz. Dürtülerin ve yığınla vesvesenin bizi yönlendirmesiyle hem kendimize, hem diğer canlılara hayatı zindan ediyoruz.


İnsan türünün kendi yaşamını idame ettirebilmesi için muhtaç olduğu elemanlar bağlamında bizatihi insanın yerkürenin doğal döngüsü üzerindeki negatif etkisi ne kadar büyük olursa olsun, doğanın öz döngüsü yanında hiç kalır. Gayet açık ki sıkı sıkıya bağlı olduğu sistemin bir parçası olarak yerkürenin olmazsa olmaz büyük çalkantılarının gerçekleşeceği evrede insanın ve diğer canlı türlerin büyük bir kısmının hayata tutunabilme olanağı neredeyse tamamen ortadan kalkacaktır. Diğer gezegenlere yapılan yolculuklar, uzaya insansız gönderilen araçlar, bütün keşif çalışmaları ve uzun yolculukların salimen yapılabilmesini temin edecek teknolojilerin ısrarla üretilmesinin gerisinde bulunan asıl kaygı gelecekteki çok büyük bir altüst oluşa veya yok oluşa karşı tedbir geliştirmektir. Bu kaygıyı hiç kimse yadırgayamaz elbette ki.


Mamafih, yeryüzünde hayatın yok olması olasılığına karşı tedbir olarak insan türünün bir kısmının başka gezegenlere yerleştiğini varsaysak bile durum gene de çok parlak görünmüyor. Çünkü yapılan hesaplara göre yaklaşık on milyar yıl sonra güneş ömrünü tamamlayacak. Üzerinde yaşadığımız gezegene hayat veren güneş sisteminden öte bir güneş sistemine geçiş ise, en azından şimdilik imkânsız gibi görünüyor. Onun da ötesine geçildiğini varsayalım, o takdirde de dünyanın içinde yer aldığı galaksinin ötesindeki bir galaksiye geçiş pek mümkün görünmüyor. Galaksi durağan değil, onun da topyekûn bir devinimi var. En nihayet galaksi de ömrünü tamamlayacaktır. Hadi bir an için onun da ötesine geçilebildiğini varsayalım, mamafih içinde yer aldığımız evren için aynı şeyler geçerli. Evren büyüyor, tıpkı yeryüzündeki canlılar gibi. Ancak unutmamalı ki bütün canlılar doğuyor, büyüyor ve ölüyor. İnsanın izanını ziyadesiyle aşan süreler bağlamındaki olasılıklar bunlar. Fakat hiçbiri olasılık dışı değil. Paralel evrenlerden birine geçişi sağlayabilme kudreti olacak mı insan türünün? Bu garip tür ne yapar, nasıl yapar, ne kadarını yapar, hiçbirini bu günden öngörmemiz mümkün değil. Bildiğimiz o ki, varlığını sürdürebilmek için “son dem”e kadar durmaksızın çabalayacak, asla vazgeçmeyecektir. Aksi, insan tabiatını aykırıdır.


Belki, “Niye varız?” sorusunun yanıtını bulabildiğinde, varlık ve devam problemini çözmesi daha kolay olabilir.


Meselenin bu son derece önemli boyutu bir yana, yaşadığımız evrede yerkürenin doğal yapısına veya döngüsüne kendi elimizle verdiğimiz zararı elbette ki küçümsemiyoruz, tersine çok önemsiyoruz. Yerkürede yaşamın olmazsa olmazları için gereken yapıtaşlarını yerinden oynatan, bozan, ortadan kaldırmak için adeta canla başla uğraşan insan, doymak bilmeyen iştahının bedelini kısmen kendisi ödese dahi, eline sopayı aldığı günden itibaren bütün ağırlığıyla diğer türlere ödetiyor.


Naif bir bakış açısı ile dahi, insanın öncelikle kendisini çıkmaza sürüklediği rahatlıkla söylenebilir. Aynı bakış açısıyla ve yaklaşık üç yıldır yaşadığımız ağır pandemi koşulları nedeniyle güncel olduğu için şu soru sorulabilir: Bir virüs gibi aşırılaştıkça ölümüne yol açacağı bedenle birlikte kendisinin de yok olacağını ne zaman kavrayacaktır insan türü?

İnsanın doğayı yönetmesi, evirip çevirmesi mümkün değil, fakat kendisinin ve kendisiyle birlikte diğer türlerin yaşam koşullarını mahvetmesi mümkündür. Nitekim yaptığı da bundan başka bir şey değil. İnsan ancak doğayı anlamaya, açıklamaya çalışabilir. Ne gezegeni, ne güneş sistemini, ne galaksiyi, ne de evreni bozup dağıtacak kudreti yoktur insanın. Hayatı kendisi için ve diğer canlılar için zorlaştırır, yaşam koşullarını büsbütün berbat eder veya yaşanmaz hale getirir belki. Fakat insan her ne yaparsa yapsın, gezegenin umurunda değildir. Hatta bazı türlerin yok oluşu gezegenin rehabilite olmasını bile sağlayabilir.


Sapiens, her şeye hükmetmeye çalışıyor. Bu denli önüne geçilemez vahşi hükümranlık arzusu niye?


Orman kıyımı, bizon katliamı, balina katliamı, fok katliamı, nehir yataklarının değişmesi, zehir saçan tarım ilaçları, toprağın doğal yapısını bozan sun’i gübre, betondan mütevellit uçsuz bucaksız yerleşim alanları, milyonlarca kilometre asfalt, kimyasal atıklar, nükleer atıklar, zehirli gaz salınımı, milyon kilometre kare büyüklüğüne erişmiş plastik atıklarla kaplı deniz yüzeyi, toprak yüzeyde kasaba-kent büyüklüğüne erişmiş çöp yığınları, yüz binlerce hayvanın tıkış tepiş yaşadığı ve masum bir halde boyunlarının kesilmesini bekledikleri besi çiftlikleri, dünyanın çevresine yerleştirilmiş on binlerce uydu ve daha bir yığın başka şey.


Zavallı fillerin artık diş çıkartmadıklarını duymak insanın derinden sarsıyor. Fil neden diş çıkartmayı reddeder? Dişleri için asırlardır öldürülen fillerin sayısını tahmin bile edemeyiz. İnsan karşısında acze düşen bu dev cüsseli harikulade hayvan çareyi diş çıkartmamakta bulmuş.


İlaç kullanarak böcekleri yok ediyoruz. Küçük canlılar oldukları için mi önemsemiyoruz? Onların da birer canlı olduklarını neden unutuyoruz? Yeryüzünde insana ne hak ise, yaşayan her canlıya hak olduğu gibi, böceklere de hak’tır. Aksini hangi “hak”la söyleyebiliriz?


Biz insan türü, ne kadar doğasever/hayvansever olsak da bîla istisna hepimiz yeryüzündeki her şeye özü itibariyle kötülük ediyoruz. Kimimiz dünya üzerindeki her şeyin emrimize amade olduğu, bizim için var oldukları bilgisiyle; kimimiz, kâr/kazanç uğruna büsbütün körleştiğimiz/duyarsızlaştığımız için; kimimiz duyarlı olsak bile, meselenin özünü kavrayamadığımız için ve daha pek çok nedenden ötürü her şeyi tahrip ediyoruz, mahvediyoruz, yok ediyoruz.


Dünyanın çeşitli coğrafyalarında koruma alanı olarak belirlenmiş adına milli park dediğimiz az sayıdaki arazi parçasının her biri özünde büyük çaplı birer hayvanat bahçesidir. Vaziyeti bundan başka bir şeyle izah etmek insaf ehline uygun olmasa gerektir.

Yeryüzünde tarım arazisi açabilmek için kuruttuğumuz bataklıkların toplam yüzölçümünü bilen var mı? Suyunu yok ettiğimiz göllerin toplamdaki yüzölçümünü, önünü kapatıp doğal akışına engel olduğumuz akarsuların sayısını, kurumasına yol açtığımız yeraltı kaynaklarının sayısını, yok ettiğimiz ormanların yerküredeki toplam yüzölçümünü bilen var mı?


“Gezegenin şah damarı” diyebileceğimiz yağmur ormanlarını talan etmeye başladık.

Bir an için her gün tükettiğimiz süt, yumurta, et miktarını düşünüp, bütün bunların nereden (kimden) nasıl elde edildiklerini gözümüzün önüne getirirsek, bizim dışımızdaki bütün canlıların bizden ötürü ne halde olduklarını çok daha rahat tahayyül edebiliriz.


Hayatın her alanı amansız bir yarış ortamı haline getirildiğinde başka ne olabilirdi ki? Çok büyük bir ciddiyetle ve aşırı maharetle gerçekleştirdiğimiz yağma, özü itibariyle acınası bir insanlık halidir. Başka perspektiften söylersek, yaşanan şey esasen bir insanlık trajedisidir. İnsanla sınırlı olsaydı bir teselli bulunabilirdi, fakat öyle değil, yeryüzünde bizimle hayatı paylaşan ve en az bizim kadar hayat hakkı olan bütün canlılara insan eliyle yaşatılan çok büyük bir trajedi.

Kendisini süslü erdem öyküleriyle donatan ve bu doğrultuda her şeyi hizaya getirmeye çalışan biz insanoğlu, doğadaki en acımasız ve vahşi yaratık değiliz de neyiz? Kendimizi başka nasıl tarif edebiliriz ki? Yaptıklarımızın doğurduğu negatif sonuçları bizzat kendi türümüze acımasızca yaşattığımız gibi, diğer bütün canlı türlerine misliyle ve çok daha acımasız şekilde yaşatıyoruz.


Altını kalın çizgilerle çizmiş olmak için şu soruyu soralım: Yeryüzünde yaşam sona erdiğinde, bundan gezegen (dünya) etkilenir mi? Cevap çok açık: Hayır. İnsanlı ya da insansız, üzerinde canlı herhangi bir şey bulunsun ya da bulunmasın, dünya ömrünü tamamlayıncaya kadar rutin döngüsünü sürdürür.


İnsanın feryadı aslında kendisi için. Oksijenin azalması, çevre kirliliği, suların ve toprağın zehirlenmesi, ormanın yok edilmesi, çeşitli canlı türlerinin yok olması, atmosferin zarar görmesi, buzulların erimesi vb. her şey öncelikle insanı ilgilendiriyor, diğer canlı türleri insan gibi kaygı gütmedikleri için durumu idrak edemezler, binaenaleyh böyle şeyler gezegeni zerrece ilgilendirmiyor. Özetle, insan türünün dünyaya hiçbir etkisi yok, insan türünün etkilediği şey dünya üzerindeki canlılık, yani topyekûn yaşam.


O yüzden, Holosen Çağ olarak tanımlanmış bir çağda iken, insandan kaynaklı mevcut kötülük durumu dikkate alınmak suretiyle Antroposen Çağ olarak tanımlanması önerilen ve büyük ölçüde de kabul gören evre, dünyaya değil, dünya üzerinde gerçekleşen canlılığa yahut hayata insanın egemen olması halinedir özünde.


Binlerce metre derinlikten petrol ve gaz çekseniz, yüzlerce