LOKUM
Ablamı görmeyeli neredeyse üç yıl olmuş, ayrı şehirlerde yaşamanın bir de üstüne kovit belasının etkisi bu. Üç yıldır şehrimden uzaktayım. Karşımda oturan kadına baktım. Saçlarını boyamaktan çoktan vazgeçmiş, kilosu almış başını gitmiş. Ablamla aramızda yıllar var. Ben doğduğumda o gencecik bir kızmış. Evin ilk çocuğu, şımarığı, en güzeli. Uzun kumral saçlarını hatırlıyorum. Beline kadar iner, mis gibi şampuan kokardı. Kucağıma yatar saçlarıyla oynamama izin verirdi. Ben küçük parmaklarımla saçlarını karıştırdığımda o yumuşak bir uykuya geçerdi. Annem hem sever hem kızardı ablama, senin onu uyutman lazım ters iş yapıyorsun akılsız kızım, derdi. Ablam yarı rüyada gülerdi. Güzel günlerdi. Sonra o evlendi başka şehre gelin gitti. Babasının evinde prensesken kocasının evinde külkedisine dönüşmüştü. Sempatik, güzel, ağırkanlı, titiz ve hırçındı ablam.
Şimdi karşımda oturan kadına bakıyorum, ablamı ablam yapan özelliklerin hiçbiri kalmamış. Belki ağır kanlılık, o da şişman gövdesinin kaçınılmaz eşlikçisi olduğundan olabilir. Kısacık kesilmiş saçları artık bembeyaz, eniştem öldüğünden beridir saçlarını boyatmıyor, uzatmıyor, taramıyor. Kollarında bacaklarında solmuş yaralar var. O yaraların ilk zamanlarını hatırlıyorum. Bir çeşit alerji gibi başlamıştı, sonradan kaşıntıları artmış, yaralar siyah birer düğme gibi bütün bedenine yerleşmişti. Sabahı sabah eden ablam uyandığında yaralarını kaşımaktan tırnakları, yatağı kan içinde kalırdı. Sonunda hem psikiyatriye hem de cilt doktoruna gidilmiş, yemeyecekleri belirlenip ilaçlar verilmişti. Ablam biraz kendine gelmişti ama eniştemin yokluğunda yaralar yine depreşmişti.
Telefonunu uzatıyor bana. “Sen daha gençsin, şunun ayarlarını düzelt. Ekran resmini değiştir önce, sonra da mesajlara gelen resimleri silmek lazım,” diyor.
Uslu uslu alıyorum telefonu, evdeki yardımcı kadın kahve getiriyor bize. Kahvenin yanında kurabiye, karamel topları, güllü lokum, badem ezmesi. Ablamı öldürmek için her şey var o tabakta, içlerinden lokumu alıp tabağı geri uzatıyorum kadına. “Götür bunları, ablama da verme,” diyorum. Kadın boynunu büküyor. “Ama anne kızıyor ikram yapmazsam,” diyor.
Ablama bakıyorum, “Ver kızım sen ver, bunlar bilmez ağzının tadını,” diyor. Badem ezmesini kahveden önce ağzına atıyor. Artık yapacak bir şey yok, koskoca kadının elinden almak da olmaz, bakıcısının yanında çocuk yerine koymak da. Ne akıllıdır benim ablam, benim nasıl düşüneceğimi tilki gibi bilir. O tabak daha hazırlanırken, konunun nereye geleceğini tahmin etmiştir. Şişmanların sevdikleri yemekler için plan kurmasına da alışmak lazım, biliyorum.
Dikkatim ablamın telefonunda ayarlamaları yapıp geri veriyorum. “Konum nasıl atılıyor onu da göster,” diyor. Anlatıyorum, birkaç kez bana atmasını sağlıyorum, çabucak öğreniyor.
Yakın gözlüğünü takıp telefona bakmaya başlıyor ablam, benim oradaki varlığımı unutmuş gibi, sessizce bekliyorum. Şekerlemeli bir oyuna kaptırıyor derhal kendini, yakın gözlüğü burnunun ucunda duruyor. Gözlüğe bakıyorum. Kulağında olması gereken saplardan biri yok. Tek saplı gözlüğüne gülmeye başlıyorum. Ben gülünce hatırlıyor varlığımı.
“Hayırdır,” diyorum, “gözlüğünün sapını nerede bıraktın?” Koca gövdesi gülüşüyle sarsılıyor. “Kıçımın altında kaldı garibim,” diyor. “Üzerine oturunca ne şehittir ne gazi bok yoluna gitti Niyazi!” diyor. “Bir de bana kedi al diyordunuz, ya o gözlük değil de kedi olsaydı, nereye oturduğumu, nereye bastığımı biliyor muyum ben, cırt diye çıkardı canı Alimallah,” diye ekliyor gülerken. Kırık gözlüğü çıkarıp başka bir gözlük takıyor. Şu sokakta satılanlardan. Yardımcısı almış gelmiş, camlar çizik içinde. “Yürüyemiyorum artık, o yüzden hiçbir yere gitmiyorum,” diyor. “Evde de yetiyor bunlar.”
Dilimin ucuna kadar, biraz kilo versen demek geliyor, kendimi tutuyorum. Ablam telefonu uzatıyor yeniden, “Gitmeden eniştenle olan resmimizi de kapak yapsana ekrana,” diyor. Mavi kaplı telefonun galerisine bakıyorum, o önce kıçının bir tarafını sonra öbür tarafını topluyor. Ayağa kalkacak hamleye hazırlıyor kendisini. Bir yandan da anlatıyor. “Arka odada albümler olacak dolabın içinde bir yerlerde, onları alıp geleyim,” diyor. Ihlayarak koltuğun kolçağına abanıp kalkıyor. Hiç yardım etmiyorum. O odadan çıkarken ben soğumuş kahvemi içiyorum. Buz gibi olmuş, üstelik şekerli. Ablama kızıyorum içimden. Hiç olmazsa şuna şeker attırma be kardeşim, diyorum kendi kendime.
Salonda yükselen siyah büfeye bakıyorum, içinde dev ekran bir televizyon, ablamın ömrü o televizyona bağlı. Her gün için seçtiği bir dizi mutlaka var. O dizilerle, senaristlerle ve oyuncularla konuşuyor ablam biliyorum. Onun bir parçası oluyorlar, ondan bir parça oluyorlar. Görüşemediğimiz bu üç yıl içerisinde benden daha yakınlar ona, biliyorum. Bitmeyen entrikaları, aşkları, terapi odalarını, öfkelerini, özlemlerini ablamda yaşıyor dizilerle beraber. Onlardan öğrendiğini gerçek sanıyor bir süredir. Telefonlaştığımız saatleri o dizilere göre ayarlıyor.
Çok titizdi eskiden, enişteme kök söktürürdü. Bal dök yala evinde istediği yere, istediği şekilde oturamazdı eniştem. Eve geldiği kıyafeti soyunup dökünüp balkona asmalı sonra ev kıyafetlerini giymeliydi. Eniştem öldükten birkaç yıl sonra başlayan bir diziye tutulmuş, “Ne hata etmişim adamı huzursuz ederek, evim sıcak bir yuva değilmiş meğer, sadece temizmiş,” demişti bir seferinde, pişmanlık kokan bir sesle. “Keşke Remzi yaşarken izleseymişim şu diziyi…”
Remzi eniştem iyi adamdı. Upuzun boylu, göbeğinde karpuz varmış gibi bir şişkinlik taşıyan gamsız bir adamdı. Her gün iki tek rakısını dükkânı kapatınca müdavimi olduğu küçük meyhanede içer, gelirken hep cebinde taşıdığı birkaç karanfil, rezene ve kişnişten oluşan üçlüyü ağzına atar, rakı kokusundan kurtuldum zannederdi. Son yıllarında cebinde ağız suyu taşımaya başlamıştı, ablamın korkusundan. Mutfak alışverişi dahil her şeyi o yapardı, ablam sadece işyerine telefon eder, liste verirdi. Ne bir fatura ödedi ablam ne de para çekti. Remzi her şeye yetişirdi. Ama işte bak, şimdi sudan çıkmış balık ablam!
Enişte bey severdi hanımını, gene de aldatmıştı bir zaman. Ablam kıyametler koparmıştı o zamanlar, annemler kalkıp yanlarına gitmişti. Ablamı alıp döndüler beraberce. Remzi eniştem koca evde kalmıştı bir başına, iyi olmuştu bana göre. Ama ablam titizliğini, öfkesini, kırgınlığını bizim eve salınca; önce sineye çektik, sonra yorulduk.
Ben o zamanlar fakültedeyim, geldim kabahat gittim kabahat, gezdiğim, giydiğim, dinlediğim müzik kabahat. O sıralar bu kadar kilolu da değildi. Daha çok balıketi kıvamındaydı. Sıkıldıkça yedi, kızdıkça yedi. Çantasından, giysi dolaplarından abur cubur kağıtları dökülürdü. Benim odama yerleştiğinden ben karanlık odaya taşınmak zorunda kalmıştım. Durmadan beyaz dizi kitaplarından istiyordu. Yutarcasına okuyordu onları. Akmar Pasajı’nın alt katındaki satıcıların gözleri parlıyordu beni görünce, “Ablama alıyorum,” diyordum ama inanmadıkları belliydi. Sırt çantama tıkıştırdığım pembe beyaz diziler yüzünden utanç duyuyordum. Yine de itiraf etmeliyim ki ablamın kitaplarından beş on tane de ben okumuştum. Çenesi ve karnı kaslı adamlarla seksi ama yüreği temiz kadınların coşkulu aşk sahneleri başlarda eğlenceliydi. Ablam o adamları, o aşkları istiyordu ama elinde Remzi enişte vardı. Eniştemin büfedeki fotoğrafına baktım. Fırça saçları, kara gözleriyle öylece gülüyordu çerçevenin içinden. Parmağımı salladım, sen de az değildin, dedim.
Sonunda tam üç ay sonra eniştem bize geldiğinde, ablam bütün o aşklara ve bize doymuştu. Çalan kapıyı açtığında karşısında duran eniştemi görünce gerisin geriye odasına gidip kapıyı kapatmıştı. “Kadın da kadın olsa uyuzun teki! Madem bir halt yiyecek, bari benim üstümde bir kadınla yapsın!” diyordu öfkeyle. Eniştemin oynaşı yanında çalışan sekreteriydi sonuçta. En kolay, en çok vakit geçirdiği insan. O sekreterin çoktan kovulmuş olması ablamın kırılan gururuna yetmiyordu tabii. Kadının kendisiyle alay etmiş olduğu fikri, ablamı çıldırtıyordu. Dükkân komşusu esnafın meseleyi biliyor olması da cabası. “Adamlar karılarına mutlaka anlatmıştır, hepsi biliyordu da, bir ben anlamamışım,” diye kızıyordu kendine.
Eniştem gelince ablam odasından çıkmadı. Remzi enişte çarşıya uğramış ablamın sevdiği lüferlerden, kırmızı turplardan almış, ablamın çok sevdiği egpa pastasını Pelit’ten hem de büyük boyundan almayı da ihmal etmemişti. O gece şahane bir masa donatılmıştı evde. Annemle babam ablamın gözünün içine bakıyordu. “Sen nasıl uygun bulursan,” demişti annem, ablamın yatağının üstünde otururken. Bir şartla razı olacaktı ablam, evi de işi de taşıyacaklardı bizim yanımıza. “Mali müşavirsin sonuçta her yerde çalışırsın,” demiş kestirip atmıştı. Eniştem ablama baka kalmıştı o zaman. Gene de bir gayret, “Evini özlemişsindir, dönelim beraber,” demişti inler gibi. Ablam tombul kollarındaki altın bileziklerini şıkırdatıp, “O iş öyle olmuyor Remzi Bey,” demiş “ben ne zaman canım isterse, o zaman dönerim. Sen de canının istediğiyle canının istediği zamanı geçirirsin ne güzel işte,” diye burun kanatlarını kabarta kabarta söylenmişti. Remzi enişte babama bakmıştı hemen. Babam, “Kızım bilir,” demişti sadece. Severdi damadını ama kızını daha çok severdi. Evlatlarla yüz göz olmaması gerektiğini iyi bilirdi o zamanın adamları.
O gece, enişteme benim karanlık odadaki yatak kısmet olmuş ben salondaki koltuğa yollanmıştım. Ertesi gün kahvaltıdan sonra döndü Remzi enişte, ablam on gün daha kaldı bizimle. Sonra çağırdı eniştemi, gel beni al, diye. Topukları kıçına vura vura geldi adamcağız. Ablamı sevdiğini hepimiz biliyorduk da işte evliliklerinde keskin bir viraj oldu o zaman. O viraj bizim yanımıza taşıdı onları. Gene de ablam her fırsatta hatırlattı bu mevzuyu. İkisinin tepesinde unutulmayacak bir kara bulut.
Ablam kolunun altında fotoğraf albümüyle kapıda belirdi, koşup aldım elinden. “Yavrucum eğildim mi kalkamıyorum, elime iki tane şey alsam taşıyamıyorum, çöp bidonu gibi oturuyorum evde vallahi,” dedi. “Hadi hadi, dedim sen hepimizden daha faydalısın şu dünyaya.” Daha lafımı bitirmeden koluma sağlam bir çimdik attı. “Ablayla dalga geçeni Allah çarpar,” dedi. “Aman tövbe,” dedim “tövbe…”
Açtık albümleri, hayretle, özlemle, neşeyle, hüzünle baktık fotolara. Gelip geçen hayatımıza baktık gülümseyerek. Gittikleri bir gezide çektirdikleri fotoğrafı seçti. Ablam uzaklara bakarken eniştem ona bakıyor ve gülüyordu. Telefonun ana ekranında artık ikisi vardı. Ablam kurabiyelerden birini ağzına attı. “Biliyor musun ilk giden ben olurum sanıyordum,” dedi. “Bende bu şişmanlık, bu kolesterol, bu şeker, bu tansiyon bu kıvır zıvır varken, ben giderim o arkamdan baka kalır diye düşünürdüm hep, fena kandırdı beni,” dedi usulca.
Uzandım bembeyaz kirpi saçlarını okşadım. “Ama en çok senin kucağında uyuya kaldığım zamanları bir de Remzi’ye bağırmayı özledim,” dedi.
O kocaman bedendeki her bir yara hâlâ kanıyordu. Uzanıp kan kırmızı narlı lokumlardan birini aldı, “Rahmetli de bunları çok severdi,” dedi.