top of page
Yazı: Blog2 Post

KOZMİK KÖY FOTOĞRAFÇISI

Gözlerini diktiği dal parçasına güneş vuruyordu şimdi. Demek ki, dün gece burada düşmüştü. Ya da belki günlerdir buradaydı. Bunu düşünemeyecek kadar başı ağrıyordu yine. Çarpma ağrısı mıydı yoksa migreni mi tutmuştu? Elini başına götürdü. Kırmızı, tozdan zerreler parmaklarının arasındaki pas kokusuna karıştı… Kanı biraz kurumuştu. Endişelenmedi. Gözlerini kırpıştırarak yukarı bakmayı denedi. Sızan ışık artık daha geniş bir alandan ona doğru çevrilmişti. Ve aynı alandan bir çift göz vardı onu izleyen. Tam da istediğiydi.


“Yardım edin!” dedi.


Yardım edilecek hiçbir şey yoktu oysa. Tuhaf bir anlaşmaydı bu ve her defasında benzer yöntemlerle ilerlerdi. Bir yere düşer, yardım ister gibi yapar ve karışırdı… Hayata, hayatlarına, zihinlerine ve aşklarına! Oysa şimdi mesele kişiseldi. Bu kez kendi hesabını kapatmak için başlıyordu yolculuk.

Genç bir ses, “Dur ağbi, geliyom, dayan ha!” dedi.


Gözünü devirdi yine dal parçasına. Neydi bu? Dal mı, kısa, küt bir tahta parçası mı? Zihnini öylesine bulandırırken geldi Semih.

“Tut alt taraftan, tut tut!” dedi, kısa köy tipi bir merdiveni uzatırken… Şöyle dört basamaklı, alçakça.


Yıllardır buranın her çukurunu, inini bilir, her aileyi en az beş kuşağa kadar tanırdı Kozmik köy fotoğrafçısı. Ama şimdi, şu merdiveni ona uzatan Semih'in seneler, devrimler, gölgeler, aşklar ve geceler öncesinde; büyük büyük dedesinin köyün girişine diktiği, (en azından Semih'in öyle bildiği, en azından ona anlatılan ve en çoğunun ondan sakladığı) asırları devirmiş bu çınar ağacıyla, hesaplaşmaya gelmişti.

Semih rahmetliyi pek önemserdi. Bu kadim ağacın önünden her geçtiğinde bir Fatiha okur, önden yapraklarını görmeye başladığında istemsizce dudakları kıpırdardı. Sanki dedesinin anıtıymış gibi.


Kozmik köy fotoğrafçısının da hikâyesi tam burada başlamıştı. O gün, o çınarı diktikleri gün yani… Üç kişilerdi. Güneşte neredeyse çilleri şeffaflaşan kız, Semih'in büyük büyük dedesi ve kozmik köy fotoğrafçısı.


Üç ayrı galaksinin, üç koca kara deliği gibiydiler. El ele bir gezegen seçmek niyetindeydiler ama her defasında biri nazikçe seçme hakkını ötekine bıraktı, içlerindeki fırtınayı yere bırakmadan.


Ve bir gün... Kozmik köy fotoğrafçısı artık seçmesine gerek kalmadığını fark etti. O zamanın genç çınarının dibinde. Tam da şeffaf çilli kız ve Semih'in büyük büyük dedesinin göz bebeklerinde… Tam da içine düşen, belki üstüne devrilen gök taşının altından kalkmaya çalışırken fark etti. Kalbi su toplarken, kızın çilleri şeffaflıktan yok olmaya dönerken fark etti. Devrik fotoğraf makinesinin, tek liderini kaybederken fark etti.


Tek fark etmediği, koca çınarın şahitliğinin, içindeki kara deliği kapatamayacak kadar sınır tanımaz, muazzam ve

kollayıcı oluşuydu. Doğanın hafızasının var edilmediği için, yok da edilemiyor oluşuydu. Ve hafızanın sanki evrenle aynı yaşta görünmesiydi.


Birazdan bu çukurdan çıkıp çınarın yanına gidecekti kozmik köy fotoğrafçısı. Kendi gözünden almak için, son kareyi. Yok ettiğinden emin olmak için, yüz yılları aşan iki gözbebeğinin hemhal oluşunu. Birbirlerine değdiklerinde nasıl büyüdüklerini gören son şahidi yok etmek için, gidecekti.


Bunun için değil miydi her şey? Bulutlara değen o kadim başı yere indirebilmek için. Kutsal olanla, mutlak olanı karşı karşıya getirmek ve varlığını ispatlarcasına çatışma yaratmak için. Elindeki çınar saplı nacağı, yine çınara vurarak, içindeki tutsağı serbest bırakmak için. Bitirmek için. Bitmek için. Kaybolmak için. Ve tüm fotoğrafları kaybetmek için. Belki uzaklaştığında birkaç adım. Ve belki yorulduğunda kolları, nacağı sallamaktan o koca gövdeye… Bir ıslık gibi fısıltısını duyacağı son nefes, yine çınardan geleceği için:


“Ben senim.

Ben, bizim.

Buradayım.

Şimdiki ‘sen’ için.”




111 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Sinekler