Kitap Böceği
Kitaplarımın, evimin ve hatta beynimin bir böcek tarafından ele geçirilmek istendiğini evvelki gün fark ettim. Bu böceğin, kendi gibi pek çok böceğin lideri olduğunu öğrenmem ise tam bir şaşkınlıktı. Yedi katlı bir apartmanın beşinci katında oturuyorum. Her katta iki daire var. Ev bana annemden miras kaldı. Ömrünün tek birikimi bu evdi. İşlerim bozulup, karım da benden gidince olmayan bütçemle bu eve taşındım. Evdeki bazı eşyalarla birlikte yanımda getirdiğim birçok eşyayı bir internet sitesinde sattım. Evi beyaz renge boyayıp, pencerelere beyaz tüller taktım. Annemin ve eski eşimin perdelerinin aksine dümdüz, güpürsüz, süssüz, pulsuz, payetsiz perdeler sardı evimi. Yatak odam, rahat bir çift kişilik yatak ile küçük bir giysi dolabından ibaretti. Kıyafet önemli değil ama çok uzun süre tek uyumayı düşünmüyordum. Bir odaya annemin babamla evlenince evlerine ilk aldıkları eşyalardan olan aynalı dolabını, adı bir yıldız kümesi olan örgü dergilerini, içi pek çok dantel, örgü ve işleme ile dolu olan sandığını koydum. Bir köşeye de giymediğim ayakkabılarımı, kayak malzemelerimi dizdim. Küçük olan salonun bir duvarına cevizden bir kütüphane koydum. Karımla bu kütüphane için çok kavga ederdik. Hiçbir odaya sığmadığı için salonda duruyordu. Oysaki salonda durmasını istediğim için durmalıydı. Onun beyaz mobilyalarına hiç uymuyormuş, odanın modern havasını bozuyormuş, çok toz oluyormuş, kitapların tozunu almak çok zormuş, diye diye benim tozumu attırdı. Şimdi bembeyaz duvarda çok güzel görünüyordu. Karşısında üçlü bir koltuk ve bir köşede çalışma masası vardı. Satılan eşyalardan elimde kalan parayla film seyredebilmek için bir projeksiyon makinesi aldım. Evin tüm eşyası bunlardan ibaretti. Annemin mutfağına dokunmadım. Zaten sade ve çok işlevsel bir mutfağı vardı. Evin her tarafını saran oymalı, parlak kumaşlı, ağır mobilyalara inat burası laboratuvar gibiydi. Yerleşme sürecinin en zor ânı kütüphaneyi yerleştirmemdi. Yaklaşık bin kitabım kolilerde bekliyordu. Türlerine göre mi ayırsam diye düşündüm. Şiirler bir raf, öyküler bir raf, denemeler, romanlar, tarih vs. gruplasam mı, dedim. Yayınevlerine göre sıralasam diye düşündüm hatta renklerine göre tasnif etmeyi bile aklımdan geçirdim. En sonunda yazar isimlerine göre alfabetik bir sistem kurdum. Sabah başladığım yerleştirme işi arada takılıp kaldığım kitaplar, sayfaların arasından yere düşen kurumuş çiçekler, fotoğraflar, anılar, hayaller derken gecenin geç saatini buldu. Bir bira açıp kütüphanemin karşısına geçince hem çok mutlu hem de biraz kaygılıydım. Kitaplarımla özgürce karşılıklı oturmak mutluluk verici ama iş bulamazsam yeni dostlar edinemeyecek olmam kaygı uyandırıcıydı. Çok paraya ihtiyacım yoktu. Yemek yesem, kitap alsam ve akşamları birkaç kadeh içsem yeterdi. Annemin zoruyla yıllarca devam ettiğim, bir yaz yurt dışına pratik yapmak için gittiğim Almancam yardımıma koştu. Burada asıl yardımıma koşan canım annemdi. Bir yayınevi için kitap çevirileri yapacaktım. Çocuk hikâyeleri ile başlayacaktım. Bu arada belli bir ücret karşılığı mukabilinde kitap dosyalarını da düzeltecektim. Keyfim yerimdeydi.
Keyfimi bozan olay ise geçen gün yaşandı. Bir süre önce tanıştığım kumral upuzun saçlı, ela gözlü, uzun ince vücudu ile çok gösterişli, benim gibi kitaplara tutkun Sevinç ile gün aşırı görüşüyorduk. Oldukça uyumlu olan birlikteliğimizi sevimli tartışmalarla pekiştiriyorduk. En çok tartışma kitaplarla ilgili konularda oluyordu. Çok sevdim, hiç sevmedim, sıkıcıydı, derinlikliydi, karakteri silikti, belki silik olması istenmişti, o sözü bu söyledi, hayır efendim bu söyledi şeklinde devam eden, hiç bitmeyen tartışmalar yaşıyorduk. Bir kitabın hatalı basımının (bir bölüm üç defa basılmıştı) o kitabı değersiz mi değerli mi kıldığını konuşuyorduk. Bu yayınevi büyük, kusursuz eserler basan bir yayıneviydi. Hatalı kitaplar onların bugüne kadarki ilk belki de son eksiklikleriydi. Ben bu kitabın varlığını bir ayrıcalık olarak görürken o bunun tamamen yetersizlik olduğunu savunuyordu. Eve gelince bu değerli kitabı bulup, elime alıp, sayfasını açınca bir böcekle karşılaşmam evvelki günün geç saatleriydi. Kitabı elimden yere fırlattım. “Beni nasıl gördü bu miyop?” diye bir ses duydum. Beni kastediyordu ama bana demediğine göre başkaları da vardı.
Kitabıma yerleşen böceğe mi, böceğin konuşuyor olmasına mı şaşırayım bilemedim. Bir sabah böcek olarak uyanan kahramanları, fantastik yaratıkları, yeryüzünden silinen kitapların öykülerini okumuştum. Ama bunun bir gerçeklikle zamansal ve mekânsal olguyla başıma geliyor olması ilginçti. Biraz da ürkerek elimden fırlattığım kitabı yerden aldım. Bu karşılaşmada büyük olan, korkunç olan ben, kaçan ise o olmalıydı. Kitabın kapağını açmamla çığlık attım. Kitabımın sayfaları delik delik olmuştu. Çok küçük bir şekilde delen bir delgeç ile tüm sayfalar süzgece çevrilmişti. Bu böceğin veya böceklerin besininin kitaplar olması, selüloz seven bir tür olması beni sarstı. Kendimi onların yerine koyunca bir ziyafette olduklarını düşlediklerini anladım. Düş de değil, gerçek. Bu kitap bitlerinin tüm kütüphaneme dadanmış olması bir yana yerken okuyup gelişmiş olmaları ayrı bir sorundu. Kitaplığın en altından başlayıp “S” harfiyle başlayan yazarlara kadar gelmişlerdi. Nereden gelmişlerdi? Nem yok, rutubet yok. Annemin “Samanyolu” isimli dergilerinden. Resmen dergilerin her sayfasına kendi desenlerini oluşturmuşlardı. Burası bitince parkelerden devam edip, kütüphaneye ulaşmışlardı. Sistemli, dağılmadan adım adım yiyerek ilerliyorlardı. Buraya kadar bir sorun yoktu. Yani sorun vardı ama kitap bitlerinin çözümü de vardı. Benimle konuşmasına daha doğrusu bana laf sokmasına ne demeliydi? Sevinç “Ne kadar çok içtiğini hatırlamıyor musun? Bırak böceği, ayakkabın bile seninle konuşabilirdi,” demişti. “İlk defa mı içiyorum?” diye çıkışmıştım. Evvelki günden bugüne kadar kitaplara musallat olan bu böcekler konusunda deneyimli bir ilaçlama şirketinden yardım aldım. Kitaplar kurtuldu. Dergileri üzülerek bir sahafa sattım. Bu kadar para edebileceğini düşünmemiştim. Gülerek “Çift desenli” demişti sahaf. Meraklısı çokmuş. Dantellerin de örümcek ağlarından esinlendiğini, bu dergiyi alan becerikli birinin bu sayfalarda kim bilir neler göreceğini de eklemişti. Kitaplarımı ve evimi kurtarmıştım ama her dışarı çıkışta biri bana “Miyop!” diye sesleniyordu. Galiba beynimi kurtaramadım.