Kirazlı Bahçe
Verandaya dökülmüş kirazların üstünden zıp zıp atlıyorduk, bir tokası kırık ayakkabısı, leke olmasın diye. Çamurlu patikayı taştan taşa böyle geçtik. Meyve ağaçlarına tünemiş yüzlerce kuşun sesini duymuyorduk bile. Gökyüzündeki ay akşamdan mı kalmıştı, yoksa akşama mı hazırlanıyordu?
Sıcak rüzgârlı bir cuma günü, annem siyah gözlüklerini takmış, ben kirazlı hasır şapkamı giymiş, yokuş aşağı vurmuştuk. Bizi arkamızdan izleyen mahalleliyi görmüyorduk.
Babaannemin duvar saati gibi. Gelin kaynananın toprağından olurmuş diyorlardı anneme. Onun da yürürken saatin sarkacı gibi bir oraya bir buraya gidiyordu poposu. Ben de onun gibi yapmayı denedim. Kat kat dantel eteğim, koyun kuyruğu gibi sadece arkaya arkaya atlıyordu. Zaten cikleti de annem gibi çiğneyemiyordum. O her çiğneyişte çıtır çıtır ses çıkarır, ben içimden sayardım.
Geceleri dikiş diken annem, şehrin zenginleriyle bu sayede tanışmıştı. Onları taklit etmeyi hatta onlara giyimiyle hava atmayı da başarıyordu. Öte yandan, şoför Osman’ın karısı olmaktan bir karış ileri gidememişti.
Her ayın ilk cuması “kadınlar günü” vardı. Çünkü babam, hafta sonları Anadolu’ya gazete dağıtırdı. Hafta ortası da, şehir içine. Üstü çadır gibi kamyonuyla balya balya gazeteleri kasabalara taşır, sonra bir diğer yere yetişmeye çalışırdı. Anneme göre kazandığı parayı evde kalmış görümceleriyle anası yermiş ya neyse...
İşte o günlerden biriydi.
Yeni pabuçlarına şık bir torba dikmiş, bana da kırmızı ponponlu pisipisiler almıştı. Bakkal Metin’in annemde gözü varmış diyorlardı. Babam gitmeden para bırakmadıysa, Metin’e olan borcunu geciktirir önünden kıvırtarak geçerdi. Borç ödendiğinde ise domuz görmüş gibi bakardı. Bugün annem kıvırta kıvırta yürüyordu. Geceleri beline kuşak bağlayıp yattığı için, beli incecikti. Siyah beyaz kareli elbisesi öyle yakışmıştı ki…
Kirazlı hasır şapkam her yıl yeni alınırdı. Bluzum kırmızıydı. Sokakta herkes bize bakıyordu. Bayılıyorduk dikkat çekmeye. Annem siyah gözlüğünün altından her yeri radar gibi izliyordu. Kırmızı rujunu büyüyünce bana vereceğini söylemişti. Ama ne zaman büyüyeceğim, diye sorunca sinirlenir etimi çimdiklerdi. Okuyacakmışım! O zaman büyürmüşüm! Okumayan büyümez mi sanki!
Üç katlı beyaz konak, subayların eviydi. Kapıda her zaman bir asker beklerdi. Ziyaretçilerin isimleri, ona tembihlenmiş olurdu. Buna rağmen bizi görür görmez tüfeğini doğrultup, “Durun!” diye bağırdı. Durduk.
Annem, “Gazete dağıtıcısı Osman Efendi’nin eşiyim,” dedi.
“Şoför Osman mı?” dedi asker, “Burada öyle yazıyor!”
Annem azıcık bozuldu. Yılan gibi süzülen taşlı yolda, ortancaların arasından ilerlerken, annemin elinde kelebek gibi kanatlanıyordum sanki. Tokmağı bir kez çaldık. Kapı hizmetli tarafından hemen açıldı. “Buyurun,” dedi hizmetli, “üst salona çıkın.”
Annem ayakkabısını çıkartmaya çalışırken, kadın bu kez de; “Hayır, çıkarmayın!” diye müdahale etti. Annem yine bozuldu. Çünkü yeni ayakkabılarını çantaya koymuştu. Ayağındakilerden birinin, tokası kırıktı.
Çift taraflı merdiveni, annemle arka arkaya çıktık. Dantel eldivenli Safiye Hanım, annemi oturduğu yerden karşıladı.
“Gel Gülsüm.”
Annem şiir okuyacak çocuk gibi heyecanlı, yeni gelin gibi mahcuptu. Kadınların parfümleri birbirine karışmış; ışıltılı takılar, elmas küpeler, kelepçe yakut taşlı saatler…
Herkese “Nasılsınız, iyi misiniz, çocuklar nasıl?” diye, tek tek isimleriyle soruldu. Makamları olanların kocaları da soruldu. Şoför Osman sorulmadı. Annemden gözlerimi alamıyordum. Bir koltuğa ilişmiştik. Beni tüm sevecenliğiyle dizinin dibine almış, sonra sağ ayağını solun üzerine yerleştirmiş, bir daha da kaldırmamıştı. Bu pozdayken tokasının kırığı görünmüyordu.
Ev sahibi uzun bir ağızlıkla sigarasını tüttürürken, likörle kahve geldi. Bana da taze yapılmış limonatayla bisküvi. Dikkatlice içiyordum. Uzun bir masanın etrafında iki hizmetli fır dönüyordu. Çınlayan bardaklar tınlayan tabaklar mis gibi kokular…
Birazdan masaya davet edildik, hanımlar peçetelerini dizlerine yerleştirirlerken, benimki boynuma bağlandı. Kahkahalar atıldı, konuşuldu da konuşuldu. Sıra kura çekmeye gelmişti. Kurayı bana çektirmeye karar verdiler. Bu büyük vazifeyi yerine getirmek için, kristal kâsenin içine elimi uzattım, birini çektim. Kâğıdı ev sahibine uzattım. Herkes dikkat kesildi.
“Gülsüm!” dedi, ev sahibi.
Annem kıpkırmızı oldu bir anda. Eminim içinden, “Elleri kırılası!” diyordu bana.
Payına düşen altınlarla ancak evin eşyalarını yenileyebiliyor, her zaman, daha kaç elbise dikmeli, hesabını yapıyordu. Toparladı kendini, kibarca güldü. Teşekkür etti. Kısa süre sonra izin isteyip kalktık.
Yürüyüşü eski halini almıştı. Ben koşarak yetişebiliyordum hızına. Akşam vakti, herkes evine dönüyordu. Annem ise kırık tokalı ayakkabısına lanet ederken, yeni planlar peşindeydi. Eve girince, küçük bir “Oh!” çekti, biraz sonra ise “Of!” demeye başladı. Usulca yatağıma girdim.
Radyoyu açtı. Dikiş makinesinin önünde durdu. Kendi kendine; örtüleri değiştireceğini, tülleri yıkayacağını, kalın perdeleri kaymakamın evindekiler gibi bordo kadife yapacağını düşünüyor olmalıydı enine boyuna...
Ne yemekler yapacağı geçiyordu mutlaka aklından; zeytinyağlı dolma, suböreği, kayısı tatlısı böreğin yanında olmazsa olmazlardandı. Ardından masa örtüsü, eksik yemek takımları, peçetelerin kolalanması gerektiği falan…
Onca düşünceden yorulup sonunda yatağına girdi. Radyonun pilleri eskimiş, sesi boğuk boğuk çıkıyordu. Yurttan Sesler programı bitti. Klasik müzik başladı. Annem radyonun düğmesini hızlıca kapattı. Sağına döndü “Amaan!” dedi, “Dut zamanı geliyor, silkeriz! Kiraz kalırsa toplarız, bahçede çilek var, onlarla da dondurmayı süsleriz…” diye diye, uyuya kaldı.
Ay, yukarıdan bizi dinliyordu. Sanki bütün gün bizimleydi ve her şeyi gördü de, bir el uzatıverecek gibiydi.