Kaptan Kutup Yıldızı
Umut korusunu bilir misiniz? Çocukluğum orada geçti. Cennet gibi bir yerdi. Erguvan, Salkım Söğüt, Çam, Manolya, Meşe, Ihlamur daha ismini hatırlayamadığım renk renk, bezekli birçok ağaç, envai çeşit bitki, ince sesli, kalın sesli, ötüşü ritimli, ritimsiz birçok kuş türü vardı. Tabii, korunun ev sahibi kediler ve kirpiler…
Biz o korunun etrafında sıralanmış apartmanlardan birinin bahçe katında oturuyorduk. Mutfaktan koruya açılan kapının önünde nazlı beyaz çiçekleri, özellikle akşam vakti belli belirsiz yayılan mis gibi kokusuyla yaseminler karşılardı bizi. Baharda açılan papatyaları izlemeye doyum olmazdı. Bahar geldi mi korunun ortasına papatya desenli kocaman bir halı serilmiş gibi olurdu. Ayrıca müjdeciydi onlar, açtılar mı sokakta kalma saatlerimiz uzayacak demekti.
17 Ağustos 1999 depremi oldu. Korunun etrafındaki apartmanlarda oturanlar, oluşan hasar nedeniyle neredeyse bir hafta sokakta yaşadı. Evlerden yiyecek, içecek, yatacak… bir dolu öteberi koruya taşınmıştı. Olayın vahametini anlayan yetişkinler korkuyorlardı. Depremin korkunçluğunu henüz kavramamış biz çocuklar için eğlenceli, “Akşam oldu eve gelin!” cümlesini duymadığımız mucizevi günlerdi. Yorgunluktan sızana kadar oyun oynuyor, yakın arkadaşlar koruda yan yana serili döşeklerde uyuyorduk. O günler hafızamda güzel bir filmin sahneleri gibi kaldı.
O felaket yetişkinleri kenetlemişti. Ben mutluydum… Evlerden getirilen pikeler, yastıklar, kap kacak bölüşülüyor, birlikte yenilip, içiliyordu. Artık güvendeydim, annem ve benden ibaret iki kişilik bir evin değil, birbirini düşünen, paylaşan, bölüşen kocaman bir ailenin üyesiydim. Arkadaşlarımın babaları benim de başımı okşuyor, güzel sözler söylüyorlardı, neredeyse herkes ismimi öğrenmişti. Ama evlere dönüldüğünde, her geçen gün ilişkiler zayıfladı, kurduğumuz akrabalık bağları koptu. Hatta sokakta karşılaşılınca verilen kuru selamlar bile azaldı. Adım unutuldu. Babamın ölümünden sonra yaşadığım ikinci hayal kırıklığı bu olmuştu. Korkudan gelişen ilişkiden sevgi doğar mı?
Yine de o günleri sevgiyle yad ediyorum. Çünkü yaşadığım, şahit olduğum, hatırladığımda içimi ısıtan güzel olaylar da yaşandı.
Komşumuzun kızı Suzan Abla, İbrahim Abi ile ilk gece o koruda tanıştı. Üçüncü gün onca telaşa, huzursuzluğa rağmen herkes onları konuşuyordu. Annem komşusuna “Sevda güzel şey be, korkuyu bile hafifletiyor,” demiş, ama sonra gülümsemesi solmuş, yüzü düşmüştü. Babamı benim kadar onun da çok özlediğini ilk kez o an derinden hissetmiştim. Onları merakla dinlediğimi fark ettiğinde, zoraki gülümsemiş; “Üzülme, aşk seni de bulacak,” demişti. “İstemem!” diye bağırdıktan sonra koşarak yanlarından uzaklaşmıştım.
Müteahhit Arif Amca, binaların yıkılıp depreme dayanıklı binalar yapılması için hemen hemen tüm komşuları ikna etmişti. Karısı bu güzel haberin şerefine korkmadan eve girmiş; iki tepsi börek, bir tepsi ekmek kadayıfı yapmıştı. Sıcak çayla ikram edilen börek, tatlı yenilirken, yetişkinlerin bir süreliğine umutları yeniden yeşermiş, korkuları korunun dışına atılmıştı.
Sanırım ikinci gündü, akşama doğru çay içilirken, Fidan Abla aniden çığlık atmış, “Ayşe Teyze’yi unuttuk!” diye yerinden fırlamıştı. Manolya Apartmanı’nda oturan, konu komşunun desteği ile yaşayan kötürüm Ayşe Teyze’yi eski püskü bir battaniyeye sarmalayarak evden çıkartmışlardı. Hiç bağırmadan, aç biilaç birilerinin gelmesini beklemiş… Meşe ağacının kalın gövdesine yaşlı kadını yerleştirdiler. En sevdiğim ağaç oydu. Dalından defalarca düşmüştüm, iki defa kolum kırıldığı halde ağacımdan vazgeçmemiştim.
Kim bilir kaç kez altına kaçırmıştı, hava sıcak olduğundan, sidik kokusuna dayanmak mümkün değildi. Kimse yanına yaklaşmıyordu. Daha önce onunla karşılaşmamıştık. Yüzü, elleri, gerdanı bu kadar kırışık, buruşuk birini daha önce görmemiştim. Göz rengi de dahil tüm teni kirli tuhaf bir griydi. Konuşurken anlattıklarını pekiştirmek için alakasız bir şekilde hareket ettirdiği ellerinin eti çekilmişti, parmakları kuru dallar gibiydi. Sürekli toprağı eşeliyordu, tırnaklarının içi simsiyahtı. Gerçekten dayanılmaz bir kokusu olduğu burun diye bir uzuv olmasa dahi hissedilirdi, o kadar kirliydi. Ne zaman bizim yaseminimizi düşünsem onu da hatırlarım, ya da ne zaman onu ansam aklıma yaseminimiz düşer. Kirli de olsa çiçek gibi kadındı. O gün hava karardığında annem Ayşe Teyze’yi temizledi, üzerine kendi çamaşırlarından giydirdi.
Konuşmayı seviyor, durmadan bir şeyler anlatıyordu. Ağzında diş olmadığı için anlattıklarından pek bir şey anlamıyor, incinmesin diye anlıyormuş gibi yapıyordum. Yemek yiyemediğini fark ettiğimizde, nihayet takma dişlerini evinden getirmeyi akıl etmiştik. Ayşe Teyze dişlerini takınca on yaş birden gençleşmişti. Konuşması artık anlaşıldığı için sürekli sorular soruyordum, oldum olası yaşlılarla sohbeti sevmişimdir. Sohbeti çok tatlıydı, esirgemedi.
Bir gece tüm şehirde elektrikler gitti, yıldızlar görünür oldu. Ay, yıldızlar öyle güzel parlıyorlardı ki; heyecanlanmıştım. Büyük Ayı’yı, Küçük Ayı’yı, Samanyolu’nu, Kutup Yıldızı’nı Ayşe Teyze’ye de gösteriyordum.
-Kim öğretti bunları sana.
-Babam.
-Şu adam mı baban?
-Yok, o Şuayip Amca.
-Baban hangisi?
-Hiçbiri, o öldü.
-Çok fena, babasızlık çok fena. Sen çok fedakâr olma, kadrin kıymetin bilinmez. Benimkini bilmediler, bak yanımda kimsem yok! Şu kız kim?
-Suzan Abla.
-Gözleri ışıl ışıl.
-Annemler konuşurken duydum İbrahim Abi’yle, bak şu yanındaki abi…
-Sarışın olan mı?
-Yok o Suzan Abla’nın kardeşi, diğeri, kıvırcık saçlı olan.
-Eee, ne olmuş onlara.
-Sevgili olmuşlar.
-Bak sen! Sevgililiği de biliyormuş.
-Annemle babam gibi.
-Sevda güzel şey ama herkesi güldürmüyor.
Kafasını kaldırıp manalı manalı gökyüzüne baktı. Tam gözümüzün hizasındaki parlak yıldızı gösterdi, “Bak, işte kaptan!” dedi.
-Kutup yıldızı.
-Kaptan.
Belli ki kafası karışmış diye düşündüm, ısrar etmedim.
-Sizin aileniz yok mu?
-Bir zamanlar vardı. Kaptanı anlatayım mı?
-Anlatın.
Sesi, insanı büyüleyecek kadar güzeldi. Kelimenin aklı olsa ağzından düşmemek, diline takılmak için çaba sarf ederdi.
-En küçük kardeşimin mekteple başı dertteydi, anneciğim ne çektiydi ondan, hele ben! Hayırsız! Hangisi hayırsız çıkmadı ki? Neyseee! Sabah fabrikadan önce mektebe uğradım. Domuz, arkadaşı ile kavga etmiş birbirlerinin defterlerini yırtmış, kalemlerini kırmışlar.
“İyice bir çekin kulağını!” dedi muallime. Akşama haşlayacaktım haylazı.
-Muallime kim?
-Öğretmen işte.
-Annem de öğretmen.