Kalk Yerine Yat
Akşam oldu. Adam işten geldi. Anahtarını anahtar deliğine sokmadan kadın açtı kapıyı.
“Hoş geldin.”
“Yes,” diye karşılık verdi adam.
Adamın kadınla iletişim dili, “Yes, no ret, oki”den ibaretti uzun zamandan beri. Yes, “Merhaba, günaydın, iyi geceler, ne haber, iyiyim, yemek, kahvaltı, çay,” ve daha bir sürü şey anlamındaydı. İngilizler bile “yes”e bu kadar anlam yüklememişti. Bazı hallerde bu Yes: “O niye orada?” “Bu niye burada?” şeklinde sorgu, “Aman ne büyük iş yapmışsın!” gibi övgü cümlelerine dönüşür, bazen de “Çok ısrar ettin madem bir çayını içerim,” gibi rica cümlesi halini alırdı. Bazen de “Doğrudur, inanırım, kalbim kanaat getirir,” diyen kendi sesi mi babasının sesi mi olduğu anlaşılamayan bir onay cümlesi çıkardı ağzından. Çıkardığı seslerden ne zaman arıza çıkaracağı pek anlaşılmazdı çünkü her zaman arıza çıkarmaya bayılırdı. Arıza çıkarmak bir ata sporuydu onun için.
Adam eve girdi. Adamın arkasından babası, annesi, ikizi ve kız kardeşi de girdi. Hepsi geçip yerlerine oturdular. Adam babası gibi kanepeye uzandı. Babası gibi televizyonu açıp, babası gibi uyuklayıp, babası gibi horlamaya başladı. Diğerlerinin sesi çıkmazdı. Adam konuşunca bazen annesinin, bazen kardeşinin cümleleriyle konuşur, çoğu zaman da babasının sesiyle homurdanırdı. İkizinin kahkahalarıyla gülerdi. Burada olmayan diğer üç kardeş ise adamın yorumlarında, jest ve mimiklerinde mutlaka kendilerini var ederlerdi. Konuşurken yüzü bir ona bir ötekine dönüşüyordu. Normalde de koloni halinde yaşarlardı. Onların olmadığı zamanlarda adam homurtulardan ibaretti.
Kadın bu homurtu kalabalığına bir kulağını çoktan kapatmıştı. Diğer kulağı bu homurtunun pek de kayda değer olmadığını anlamaya yetiyordu. Kadının evdeki bütün varlığı iki buçuk ithal kelimeye indirgense de o, onların alay, yergi ya da takazadan oluşan dillerini öğrenmemeye ve o dili konuşmamaya ant içmişti.
Adam karmaşayı severdi, kadın huzuru; adam gösteriş severdi, kadın sadeliği; adam tepeden bakardı kadın dipsiz tevazuydu; adam kalabalık severdi, kadın tenhalığı... Zıtların birliği diye bir şey varsa o da bu evdeydi. Bu birlikten doğan biri babasına diğeri annesine benzeyen iki çocukları vardı. Onlar da çoktan yuvadan uçmuştu.
Kadın yıllar içinde alıştı bu düzene. Burnumuzun her kokuya alışması gibi alıştı. Salondan ses çıkmadığı, bir buyruk duymadığı zaman merak eder, “Bunlara bir şey mi oldu acaba?” diye gider bakardı. Kadıncağız hangi odaya adımını atsa birinden biri karşısına çıkardı. Adamın kız kardeşi tencerenin üstünden yemek yer, çekmeceleri karıştırırdı. Eve yeni bir şey alındığında annesi “Oğlumun paraları nerelere gidiyor,” diye dövünüyordu. Babası da baş denetçi olarak bütün evi dolaşır, hiçbir şeyi beğenmezdi. Yemek yerken de sürekli boğazını temizlerdi. Hepsi birleşip üstüne üstüne geldiklerinde kadın kendini sokağa atar, bazen saatlerce yürür, dönüp dönüp arkamdan geliyorlar mı acaba, diye bakardı.
Boşu boşuna üzmüştü kendini bunca sene. Maaile mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı işte. Eskiden dağdan mantar toplayıp adam ve ailesine son bir ziyafet verme fantezileri kurduğu gelirdi aklına. Kimi zaman da ağıtçı kadının duygularına tercüman olan öyküsünü “Tövbe tövbe!” diyerek hatırlardı.
“Bir köyde ağıtçı kadını hiç sevmediği sülaleden birinin cenazesine çağırmışlar. Gelmem dese olmayacak. Gitmiş, başlamış ağıt yakmaya: “Ne deyim de ağlayım, ölü benim olmayınca. Teker teker tükenir mi, topu birden ölmeyince.”
Kapının zili çaldı. Bu kez gelen kızıyla damadıydı. Kadın buyur etti onları. İçeri girdiler. Damat tam koltuğun birine oturacakken: “Yavrum dur, halanın üstüne oturma!” diye uyardı.
Kızına döndü: “Dikkat et kızım, orada babaannen oturuyor.”
Kendisi de kanepeye yöneldi, rahmetli kayınpederine: “Kalk yerine yat babacığım,” diye seslendi.