Kızıl Köz
Kabataş iskelesine yaklaşanların yürüyüşleri koşuşmaya dönüşüyordu. ‘Önce ben, hayır ben!” diyenler, adımlarını daha geniş atıyordu. Ağaçlar tarihi çeşmeyle sürtüşüyor çıkardığı ses serinletip dinlendiriyordu. Çeşmeden su akmıyor, akan zamanı gösteren saat ha bire çalışıyordu…
Renkleri oldukça dikkat çekiciydi koca papağanın; kırmızı mor ile mavi yeşil ile yeşil ise sarı ile çakışıyordu. Uzatılan fıstığı ayağıyla ayıklıyor, kabuğunu fırlatıyordu. İlginin farkında olan kuş sadece edasıyla değil, anlamlı anlamsız sözleriyle kur yapıp duruyordu.
Adam; “Satılık mı, cinsi ne?” diye sorulan sorulara cevap bile vermiyordu. Kendiyle bütünleşen akıllı papağanın gagasına kondurduğu öpücükten sonra, şişmana güzel, güzele deli, yakışıklıya kel, kele ıslık çalarak fıstıkları hak ediyordu.
Yüksek ökçeli temiz giyimli kadın, küçük tahta merdivene ayağını atar atmaz sağa sola yalpalandı. Tahta merdivenin yanındaki demir kola asıldı. Ona yardım eden bir el olmadığını fark etti. “Ben bunu başarabilirim,” dedi. Yerden kalkıp etrafına bakındı. Kısa bir an içinde hayatını gözden geçirip, neler yaptım, neler yapmalıydım’ı sorarken kendine, kaptan kalkış sinyalini iki kez üst üste çaldı. Kapılar kapandı. Halatlar söküldü, merdivenler iskeleye geri çekildi, kara görevlisi sağ eliyle işareti verdi, makinist “Hadi bismillah!” dedi...
Gemi boğazın sularına saldı kendini. Yüzlerce duygu sustu pervanelerin gürültüsüyle, dalgalar sağa sola, köpükler arkada, on dakikalık yola çıkıldı. Motora girenlerin kimi salona, kimi üst kata çıkıyordu. Açık havada oturup boğazı izlerken, martıların özgürlüklerini düşünüp, papağanın güzelliği ile tutsaklığa mahkûm oluşunu kıyaslıyordu. Martılar konuşamaz. Sadece özgürdür. Konuşmayınca mı özgür olunuyor, konuşarak mı?
Papağan hem renkliydi hem de konuşabiliyordu; ama özgür değildi. Sadık isimli motor, arkada saat kulesi giderek büyüyen Dolmabahçe, uzaklarda bir saray, yedi yöne akan bir nehir, boğaz, Sarayburnu, Eminönü. On dakikalık yolda onca hikâye.
Beyaz gömlekli adam gözüne çarptı, pantolonu kahverengi eski modeldi. “Benimle evlenir misin?” sorusuna, “Hayır!” cevabı verdiği okul arkadaşı gibi. Yanında oturan hukuk öğrencisi genç, elindeki notlarından mırıl mırıl okuyor, arada sırada dışarı bakıyordu. Pantolonu renkli, modeli modern kesimliydi.
Çaycı, tepsisini doldurmuş gezinirken, elindeki açacağı alttan alttan tıkırdatıp papağan gibi dikkat çekmeye çalışıyordu. Taze olduğunu söylediği halde yeterince inandırıcı olamayan garson, “Taze taze portakal suyu!” diye kim bilir kaçıncı turunu atıyordu.
Önde olanlar ayağa kalkıp çıkışa birikmeye başlamıştı... Kız kulesinin yakınındaydılar. Kadının çilesini gördü başını sola doğru çevirdi. Karşısında ise saray vardı; harem kadınlarını hatırlayınca gözlerini kapattı. Bu karanlık fırtına artık bitmeliydi. Kaptanı olmalıydı gemisinin. Çantasına iki üst baş koydu. Düşünmeden dünü, yarına dönüp yürümeye karar verdiği o an motorun limana güm diye vurmasıyla ayıldı. İlk hedefi belliydi. Dönerek kendine “Kaptan,” dedi “Hadi, doğru Kızıl Köz'e!”