Küçücük Bir Sevda Hikâyesi
“Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı daha çok seviyoruz?” dedi. Suskun kaldım, bilmiyordum ki! Uzanıp dudağımın kenarındaki susamı aldı yavaşça, “Obur,” dedi gülerek. Sevgiyle mi bakıyor gözlerime, hoşlanarak mı? Kafamı karıştırdığının farkında değil. Başımı çevirip bakışlarımı tekrar Boğaz’ın pet şişeli kahverengi sularına daldırdım. Şairin hasretle andığı eski rüyalar durmuyor artık orada, biliyorum. Dursa dursa zehir dolu midyelere ev sahipliği yapan şehrin, terkedilmiş eşyaları duruyordur. Gözleri uzaklara alıştırmamak lazım derler ama Boğaz’ın kıyısı için söylenmemiştir, eminim.
Kolumdaki incecik ayva tüylerinde ışıldıyor sonbahar güneşi, onun da yeşil menevişli ela gözlerinde. Karşılıklı susuyoruz kâh karşı kıyının karmaşasına, kâh birbirimize dalarak. Taa ilerlerde tatlı tatlı ürpermeye başladı deniz, mini minnacık dalgalar şıpırdıyor az öteye demirlemiş eski sandalın yosunlu mavisinde. Ayağına büyük gelen sarı lastik çizmeleri sürükleyerek yaklaşıyor yaşlı bir adam. Üzerinde boz renkli yelek, başında tiftiklenmiş yün bere, elinde kenarı kırık plastik kova… Peşinde iki kediyle geldi, güçlükle çektiği sandalına zar zor atladı, belli ki denizin nemi bütün kemiklerine iyice yerleşmiş ömrü boyunca. Kediler de bir hamle yaptılar sandala doğru ama göze alamadılar patilerini ıslatmayı, beklemeyi seçtiler, güneşi iyice emmiş çakıllara kıvrılıp tortop oldular, biri sarman biri tekir iki yumak. Çok iyi biliyorlardı yaşlı adamın yemeğini kendileriyle paylaşacağını, hemen mırıldamaya başladılar güvenle.
Gülümseyiverdim, “Ne güzel gülüyorsun,” dedi, bilmiyor ki o gülücüğü kendi hediye etti bana.
Nasıl yorgundum zihnimdeki gölgelerden, hayattan, evimizin kirli ahşabına sirayet etmiş yoksulluktan, sevgisizlikten. Boğaz’ın bu en ıssız kıyısında ayrı masalarda oturuyorduk, soğuk bir gündü, kat kat giyinmeme, yüzümü gözümü atkımla sarmalamama rağmen belki de sinirden titreyip duruyordum. İkimizin de önüne birer bardak çay bırakmıştı küçücük, afacan suratlı çocuk. Somurtmuş oturuyordum patrona sövüp sayarak, o ise bilinmeyenden gelen müziği dinler gibi mütebessim, önündeki bloknota bir şeyler karalıyordu, arada bana da bakıyordu hissediyordum. Göz göze geldik iki defa, ben yüzümü astım o ise gülümsedi ışıl ışıl. Öyle tuhaf bir şey söyledi ki, “Gözlerinizden bir yudum mavi lütfeder misiniz bana?” Ne diyeceğimi bilemeden kalakaldım. Yerinden kalktı, “Siz hayata gülümsemezseniz o da size küser, gülümsemez bir daha,” diyerek bloknotundan kopardığı bir yaprağı önüme koydu. Beni karalamıştı, gülümsüyordum kâğıttan ve çok güzeldim. Çocukluğumdan beri sıkı sıkı tembihlenmeme rağmen, kendimi karşılıklı sohbet ederken buluverdim. Ressammış, küçük tablolar yapar satar, ele güne muhtaç olmadan yaşar gidermiş, aslında tam bir hayal adamıydı, şair, neyzen, derviş, tanıdıkça keşfettim. O gün her şeyden konuştuk, dereden tepeden, müzikten, şiirden, kedilerden. Kendi iç huzurunu paylaştı benimle. İşte orada hediye etmiş oldu gülümsememi. Hep çantamda taşıyorum artık, biricik aksesuarım o benim. Ne zaman buluşsak takıveriyorum yüzüme. Ödüm patlıyor kaybetmekten. Kâbuslarıma giriyor ya düşürüversem çamurlu sokaklara ya biri üzerine basıverirse ben alamadan, ya çalıverirse kara vicdanlının teki. Başka hiç kimsenin yanında takınmıyorum ama, yalnızca onun yanında… Belki o yüzden ille de burada buluşmak istiyorum, en kıymetli hediyemi aldığım yerde, Boğaz’ın hemencecik kenarında, bu tenha, şıpır şıpır çay bahçesinde. Karşılıklı, tek ayağı mutlaka kısa masalardan birine ilişip, iki dumanı tüten çaya sıcacık bir simidi ortadan bölüp katık ederken, bana hep cimri davranmış hayata, ayıp el işareti yapıyorum yüzüme o gülücüğü iliştiriverince.
Üşüdüm, kalkmak istedim. İhtiyar balıkçı kovası yarı dolu, peşinde can yoldaşlarıyla uzaklaşıyordu kamburu çıkık. Hesap ödeme sırası bendeydi, masaya bıraktım, hâlâ afacan suratını kaybetmemiş gence el sallayıp çıktık kol kola. O dudaklarıma tüy gibi bir öpücük kondurup atölyesine gitti yürüyerek, ben gülücüğümü çantama saklayıp otobüsümü beklemeye koyuldum.