Hoş Geldin
Evin içerisi pazar yeri gibi, her bir ağızdan sorular, yorumlar, kulaktan duyma bilgiler etrafta dolanıp duruyor. Sözde beni görmeye, hoş geldin demeye gelmişler.
“Abi oralardaki Alman sarışınlarını anlatsana.”
“Abi adamlar Mercedes’i nasıl yapmaya başlamışlar?”
“Oranın başbakanı kadındı değil mi? Ne güzel. Bizde de sadece Çiller çıktı. Gerçi o da… aman neyse yaa boş versene. Aslında dünyayı çocuklar yönetmeli. Düşünsene abi ne savaş olur ne silah olur. Çocukça çekişmeler sonra sarılıp barışmalar olur. Misss. Sence de öyle değil mi abi?”
“Adamın kafasını bulandırma şimdi. Sen kalk Almanyalara git yıllar sonra gel. Sahi sen niye geldiydin? Hasta değilsin inşallah…”
Kulaklarım sürekli böyle garip, saçma sapan sorulara ve beylik laflara maruz kalıyordu. Bir de hasta olduğumla ilgili laflar etrafta dolaşıyordu. Kimse de demiyordu ki adam ailesini özlemiş gelmiş size ne yahu. Kimdi bu insanlar? Benim evimde ne yapıyorlardı? Benimle ilgili yorumlar yapma yetkisini onlara veren neydi? Ah, evet akrabalık. İyi de akrabaların dilinin de bir sınırı olmalıydı. Neden sürekli her şeye burun sokuluyordu? Aklım almıyordu.
“Türkçeyi unutmaya başladın mı?”
“Ne diyorsun sen Abuzer dayı, insan ana dilini unutur mu?”
“Unutmaz mı?”
“Unutmaz tabii. İnsan başka diller öğrenir de anadilini unutmaz.”
“Aferin oğlum sana, unutmamışsın dilimizi, adetimizi.”
Görüyorsunuz ben daha ağzımı açmadan onlar hem sorup hem de benim yerime cevaplıyorlar. Aslında bu durum bir yerde işime de geliyor ve içimden umarım tez vakte çeker giderler diyorum.
Bundan üç yıl evvel gittim Almanya’ya. Her genç gibi ben de önce okulu sevmedim. Sonra lise çağında ergen tiriplerine girdim. Evlenmeyeceğim desem de kızlara bakmayı, kendimi onlara beğendirmek için saçıma jöle sürmeyi, fön çekmeyi, gevşek gevşek konuşmayı, kafelerde zaman geçirmeyi, halı sahalarda kızlara hava atmayı ve birçok şeyi ıskalamadım. Sonra elime bir kitap verdiler, o kitabın içindeki adamı timsahın karnından çıkardım. Sonra elime kalem verdiler, o adama yeni bir kader yazdım. Derken yazmaya ve okumaya adadım kedimi. Kitaplar yazdım. Sonra… sonra ülkemden gittim. Kelemime yazma dendi, aklıma düşünme dendi. Bana sus dendi. Ben de mecbur kaldım, gittim. Annemi, babamı görmeyeli yıllar oldu. Kaç yıl mı? Yedi. Oysa bu odada bulunanların hepsi olanları biliyordu. Neden geldiğimin ne önemi vardı. Bir hoş geldin demek, hoş sohbet edip ayrılmak çok mu zordu? Demek ki zormuş. Benimki de laf işte.
Bir ara kırklı yaşlarında olan ve adının daha evvelden Nurettin olduğunu duyduğum bir adam, “Bana oradan bir Helga bul be evlat,” deyiverince benim tepemin tası havaya fırladı. Bu ne saçma bir düşünceydi. Neden bu milletin aklına Alman, Rus denilince sürekli kadınlar gelirdi? Başkasının kadınlarına bakmayı nasıl gururlarına yediriyorlardı? Oysa aynı şey bizim için söylense, “Bak şu gavurlara, kadınlarımıza göz dikmişler,” derlerdi. Gavur kelimesini de öldürülmesi ve yok edilmesi gerek bir insandan söz edercesine, üstüne basa basa kullanırlardı.
Baygın, dalgın bir ruh halinden babamın sesiyle uyandım. Babamın sesi susunca onu fark ettim. Geldiğinden beri hiç konuşmamıştı. Hâlâ da susuyordu. Halinde, tavrında beni düşündüren bir şeyler vardı. Bu Nergis’di. Emindim. Biraz değişmişti, ama nerede görsem tanırdım.
Usulca mutfağa doğru gittim. O sırada içerdekiler benim odadaki yokluğumun farkında bile olmadan benimle ilgili, Almanya’yla ilgili laf ebeliğine devam ediyordu. Usulca annenim yanına yaklaşıp, onu odanın kapısının önüne getirdim. Köşede duran o kızı gösterdim. Kulağına iyice eğilip, “Nergis mi bu?” dedim. Annem gözlerini kırparak beni onayladı. Yukarı çıktık.
Dediğine göre, zorla evlendiriliyormuş. Çocuk da Nergis de birbirini sevmiyormuş. Tamamen ailelerin isteğiymiş. Geldiğimi öğrenince beni görmek istemiş. Beni hâlâ seviyormuş. Zaten ben gittiğimden beri, nerdeyse her gün gelip annemin babamın yalnızlığına şen olurmuş.
İçim burkuldu. Ne yapacağımı ne edeceğimi bilemedim. Buraya gelirken onun çoktan evlenmiş olabileceğini düşündüm. Oysa şimdi, her şeyin bambaşka olması için bir yol vardı. Bu yola girmeliydim. Sonuç olarak buraya asıl dönme sebebim Nergis’di.
Aşağı indim. Herkes kendi halindeydi. Konular değişmişti. Nergis hâlâ köşede suskun oturuyordu. Göz göze geldik. İçim ısındı. Yanına oturdum.
“Hoş geldin,” dedi.
Çevreme bakımdım. Gülümsemek istedim. Konuşmak istedim. İki şeyi aynı anda yapabilme kabiliyetine sahip olamadığımı fark ettim. Önce hafiften gülümsedim. Sıcak bir söz böğrümden boğazımı geçerek ağzıma doğru koşar adım geliverdi.
“Hoş buldum,” dedim.
Gülümseştik.