Haymatlos*
“Özgürlük budur belki de; sürekli bir yersizlik; sürüp giden bir yol.”
Oruç Aruoba
Sola düşen kasketini düzeltti. Sonra yine arkasında birleştirdi ellerini. Yürümeye devam etti. Bir saati aşkındır yürüyordu. Yine yıl hesabı yaparak…
84’de gelmişti İngiltere’ye. 37 yıl olacaktı bu Haziran. “Bir ömür,” diye geçirdi içinden. Doğduğu, büyüdüğü topraklarda kaldığı zamandan daha uzun süredir buralardaydı.
24 yaşında ayrılmıştı memleketten. Ülkesinde büyük şehir yüzü göremeden Londra’da bulmuştu kendini. Yoksulluk canına tak etmişti. Daha 24 yaşında üç çocuklu bir babaydı. Ne yedirip içirecek, nasıl okutacaktı çocukları? Ekip dikmeyle döner miydi bu çember?
Sormamışlardı evlendirirken. Düşünmemişti baba olurken de. Hayat, bir türlü elinde tutamadığı bir yaprak gibi uçuşuyordu havada. Hiçbir kararını bilerek, isteyerek verememişti ki! Londra’ya gelişi de amca oğlu Hüseyin’in fikriydi. “Gidelim buralardan, yoksa çoluk çocuk perişan olacak,” demişti bir gün Hüseyin. “Tamam!” demişti ona da, düşünmeden; “Gidelim.”
Nasıl geçmişti onca yıl! Çocuklar büyümüş, imkânsız gibi görünen hayaller gerçek olmuş, köye iki katlı bir ev yapılmıştı. Çocuklarının arabaları da olmuştu, kendisinin torunları da.
Hemşehrilerinin toplandığı kahvehanenin önüne gelmişti işte yine, içeri girdi. Selam verdi çay ocağındaki Hüseyin’e. İkisinin de pek konuşası yoktu bugün. Dışarıyı gören tek masaya yöneldi, eski püskü sandalyelerden birine oturdu. Kendisi söylemeden limonlu açık çayı geldi, kondu masaya. Başını hafifçe öne eğerek “Eyvallah,” dedi. Dışarda akıp giden arabaları izlerken aynı cümle geçti içinden; “Otuz yedi yıl geçti Nazmi… Hâlâ buralardasın… Dönemiyorsun da artık.”
Neydi onu durduran, bilmiyordu. Köyden çıkarken geride bıraktığı ne annesi ne de babası hayattaydı şimdi. “Onlar olmadan dönsen ne olacak…” düşüncesiydi belki onu durduran. Yaşı 61 olmuştu ama işte toprak anne babayla anlam buluyordu bazen. Dilini, sokaklarını, şarkısını, türküsünü hiçbir şeyini bilmediği bir ülkeye gelip, yıllarca çalışıp çabalayıp çocuklarını iyi bir şekilde büyütmüştü. Artık gidebilirdi bu hayattan.
Nazmi Amca hayatta hiçbir şeyi kendisi seçmemişti ama yaşadığı tarifsiz bir huzuru vardı. Kim bilir, belki de özgürlük, hissettiği o huzurdaydı.
Çayından bir yudum daha almak için bardağı eline alacaktı ki, titreyen parmaklarını fark etti. Korktu kendinden. Hızlıca bıraktı bardağı elinden. Ayağa kalktı. Selam verip hızlıca çıktı kahvehaneden. Aynı sokaktaki seyahat acentasının yolunu tuttu. Elleri yine arkasında bağlı, kasketi başında…
Heyecanla girdi içeri. Selam verdi. “Buyur Nazmi Amca,” dedi en öndeki masada oturan kısa saçlı kadın. Tanıyamadı kadını, belli de etmedi. “Bana,” dedi, “hemen yarına bir uçak bileti, Maraş’a.”
Hayatının kendi inisiyatifiyle aldığı tek kararı olacaktı belki de bu. İnsan doğduğu yeri seçemez ama öleceği yeri seçebilirdi. ** O da öyle yapacaktı!
*Haymatlos: Vatansız
**Burhan Sönmez, Taş ve Gölge