Hastane
Tek katlı, eski pembe binaya döner kapıdan girdi. İçeriden çıkmaya çalışanlar kapıyı itiyorlardı. Girer girmez kalabalığı gördü. İçerisi ilaç ve ter kokuyordu. İnternet üzerinde randevu almış olmanın bir önemi yok gibiydi. Kalabalık “Gelme!” diyordu sanki. Danışmaya yaklaştı, “Sıra bekleyecek miyim?” diye sordu. Kalabalığı işaret eden kadın “Barkod almak için sıra almanız gerek!” dedi. Kadın, yüzüne bakmamıştı. Sabah erken bir saat olmasına rağmen bitkin ve yılgın görünüyordu. Saatine baktı, 9’u 20 geçiyordu. Randevu saati 09:45’ti. Hemen sıraya geçti.
Kadınlar çoğunluktaydı. Çoğu da kapalıydı. Aralarında genç olanları da vardı. Gençler daha modern, daha renkli giyinmişlerdi. Ama hepsi aynı gibiydi. Yaşlılar da öyle. Herkes birbirinin kopyası gibiydi. Bankoda sıra gelince kimliğini uzattı. Masadaki Arapça broşürler dikkatini çekti. Broşürlerin yanında el yazısı ile yazılmış beyaz bir kâğıt daha vardı, o da Arapçaydı. Ne gerek var diye düşündü, bu ülkede Türkçe konuşulmuyor muydu? Arapça ne alakaydı... Bankoda oturan kızı inceledi göz ucuyla. Kızın mavi renkli parlak bir başörtüsü vardı. Bileğinde altın bileklikler, parmağında yüzükler vardı. Aralarında alyans niyetine takılmış olan tektaş ve beş adet taşlı bir yüzük daha vardı. Parıl parıl parlıyordu. Barkodu sisteme kaydedince kâğıdı uzattı, “Buyurun,” dedi. Barkodun yazılı olduğu kâğıtta doktorun adı, randevu saati ve poliklinik numarası vardı.
Randevu 5 no.lu poliklinikteydi. Okları takip ederek polikliniği aradı. Bulduğunda uzunca bir koridor çıktı karşısına ve bu koridor çok kalabalıktı. Yaşlı, genç, hamile, bir sürü kadın vardı. Uzun ve kalabalık koridorda 5 numaralı polikliniği aradı uzunca bir süre. Bulunca yakınlarında oturacak yer bakındı ama bulamadı. Ayakta kalmıştı. Kapıya dikti gözlerini. Kapının üzerinde bir tabela vardı, içerideki ve randevu saatine göre hasta isimleri yazıyordu. Bunu görebileceği bir yerde duvara dayandı. Saat 09:40’tı. Tabelada yazan isimlere göre önünde 5 kişi vardı. Sıra çabuk gelir, diye umut etti. 5 kişi nedir ki, dedi içinden.
Önünden bir sürü kadın geçip gidiyordu. Hepsi de ter kokuyordu. Bu sıcakta bu pardösülerin altında terlenir elbet, diye düşündü. Bu kadar kalın ve koyu renkli giymenin manası nedir, diye düşündü. Yazdı sonuçta. Yaz günü açık renkli, ince kıyafetler giyinilirdi, öyle öğretilmişti ilkokulda, hayat bilgisi dersinde…
Bazı kadınlar kocalarıyla gelmişlerdi. Bazıları ise dışarda bekliyor ara sıra karılarının yanına gelip gidiyorlardı. Onlar da beklemekten usanmıştı. Polikliniklerin olduğu bu koridorun sonunda bir oda vardı, kucaklarında bebeklerle kadınlar o odaya giriyorlardı. Belli ki bebeklerin kontrol edildiği, belki de aşı falan yapıldığı bir yerdi. Uyuyarak giren bebekler ağlayarak çıkıyorlardı. Feryat figan kopuyordu koridorda. Minnacık bedenlerinden çıkan yüksek ses, koridorun uğultusuna karışınca çekilmez oluyordu.
Bir an dayanılmaz geldi. Polikliniklerden ara sıra hemşireler çıkıyor, ellerindeki kâğıttan isim okuyup hasta çağırıyorlardı. Özellikle yan poliklinik, yani 4 numaralı poliklinik önünde bekleyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Kâğıttan isim okumaya çıkan hemşire kapıdan çıkar çıkmaz, bekleyenler başına üşüşüyorlardı. Kadın her seferinde arlarından bin bir güçlükle sıyrılıp hepsini azarlıyordu.
Ne bekleyenler ne hemşire, kimsenin suçu yok gibiydi. Hemşire içeri girdikten sonra sinirler yatışıyor herkes eski halini alıp sabırla beklemeye devam ediyorlardı. Hayatlarının hiçbir döneminde özel bir muameleye tâbi olmamış bu zavallı kadınlar, ne kadar mağdur veya öncelikli olurlarsa olsunlar hiçbir hak talep etmiyorlar, dahası bu hakkı kendilerinde bulmuyorlardı. Önemli olan sıranın gelmesi değildi, önemli olan işin hallolmasıydı. Bekleyen hastalardan biri:
-5 kişiye birden aynı anda randevu vermiş sistem, ondan karışmış.
Başka biri:
-Benim randevum 8:00’deydi, hâlâ bekliyorum, dedi.
Kalabalık arasından birkaç kadının aynı anda sesi duyuldu.
-Benim de! Benim de, dediler.
Onlar da biliyorlardı ki, tek çareleri beklemekti. Kimi 18 yaşında belki daha küçük, kimi daha büyük… Kimi 8 aylık, kimi 3 aylık karnıyla bekliyor ve bekliyor ve bekliyorlardı.
Mavi tulumlu, yaşlı ve yılgın bir adam, elinde büyük ve mavi bir plastik çantayla arada sırada geliyor, kapıları tıklatıp içeri giriyordu. İçeriden kan örneklerini alıp tahlile götürüyordu. Yaptığı iş kolay gibi görünse de bıkkın ve yorgundu. Belki de yaptığı iş değil, onu hayat yormuştu. Bıkkınlığı işinden mi hayattan mı belli olmasa da yüzündeki çizgilerden yaşı belli oluyordu. Hatta senelerdir burada olduğu da…
Ekrana baktı. Sıra henüz gelmemişti. Uzun zamandır beklemesine rağmen sıra ilerlememişti. İçeriye sürekli birileri girip çıkıyordu. Kapıyı tıklatıp içeriye girenler yüzünden sıranın ilerlemediğini düşündü. Zaman ilerliyor, hastalar gelip gidiyor ama sıra ilerlemiyordu. Telefonlar çalıyordu, melodileri bazen arabesk, bazen kötü sesli pop şarkıcıların şarkısıydı. Yaşlılarınki ise ilahi.
Yanına gençten, zayıfça, siyah çarşaf içinde, peçeli ama güzel kapkara gözleri olan bir kız yaklaştı. Kirpikleri de kapkara boyanmıştı. Yabancı dilde bir şeyler mırıldandı. Anlamadığı bir dil olduğunu fark edince boş gözlerle baktı. Peçeli kız ekranı işaret edip elindeki kimliği gösterdi. Kimlikte Arapça yazılı isim soy isim vardı ama kimlik Türkiye Cumhuriyeti’ne aitti. Ekranda adının çıkıp çıkmadığını sorduğunu anlayınca hem kafasıyla hem eliyle yok işareti yaptı. Kız yaşının küçük olmasına rağmen, neredeyse 8 aylık olacak kadar hamileydi. Eliyle bekle dedi. Kız arkasını dönüp kayıplara karıştı. Az sonra hemşire Arapça bir isim okuyunca arka sıralardan öne atıldı. Hemşire kızı içeriye soktu. Sonra dönüp kalabalığa:
-Arapça bilen var mı aranızda, diye sordu.
-Kuran okuyoz ama, dedi bir mırıltı. Güldü kadınlar. Biri çıktı aralarından:
-Ben yardımcı olurum, dedi. Hemşire onu da aldı yanına. İçeride işler uzun sürdü.
Vakit öğleye seyrediyordu. Koridor kalabalıklaşmaya, sesler uğultudan yükselmeye başladı. Kalabalık arasından:
-Affedersiniz! İzin verir misiniz, diye izin isteyen bir adam geliyordu. Hemen arkasında 2 koluna da yaşlı 2 kadın girmiş bir genç kız zorla yürüyerek geliyordu. Belli ki kız hastaydı. Banklarda oturan birkaç kişi ayaklanıp yer verdi. Kızcağız zorla oturdu. Acısı yüzünden okunuyordu. Adam doktorun kapısını çaldı. İçeriden ses gelmesini bekledi birkaç saniye. Ses gelmeyince içeri girdi. Adam kafasını uzatır uzatmaz başladı bir yaygara. Bir erkeğin izinsiz girişiyle çılgına döndüler. Sabahtan beri gerilen tüm sinirlerin hırsını adamdan çıkardılar neredeyse. Zavallı adam ağzını bile açamadı. Hasta kızın yanında bulunan yaşlı kadınlardan bir tanesi olaya müdahale etti. Çekil aradan der gibi adamı ittirdi. Odaya daldı kızın halini anlattı. Diğer yaşlı kadın da dışardakilere durumu özetledi. Meğer kızcağız içerdeki doktor tarafından ameliyat edilmiş ama 3 gündür ağrıdan duramıyormuş. Kontrole getirmişler. “Acile götürseydiniz,” dedi biri. “Oradan gönderdiler zaten,” dedi kadıncağız. İçerdeki yaşlı kadın umutsuzca gelip kafa salladı. Beklemekti tek çare yine. Uzun bir bekleyişten sonra kızı içeri aldılar, herkes rahat bir nefes aldı.
Saat 11:00’e geliyordu. Sabahın erken saatinden beri bekleyenler acıkmaya başladı.
-Yemek saati derler, çıkarlar şimdi, dedi birisi.
-Daha var ama, dedi başka bir ses.
-11:00 dedin mi yemek saati başlar onlar için, dedi biri alaycı bir gülüşle.
Herkes kendi arasında sohbet ederken bir engelli genç kız geldi. Ayakları ve kolları vücudundan bağımsız hareket ediyor zavallı zor yürüyordu. Upuzun ve simsiyah saçları vardı. Karmakarışıktı. Arkasında annesi olduğu belli bir kadın vardı. Sırtından tutuyordu.
-Gülfidan kızım yavaş, bekle, diyordu.
Kadın polikliniklerin önüne gelince artık ona seslenmeyi ve onu durdurmayı bırakmış odayı arıyordu. Kapıyı görünce kızına bağırdı. Kız korkarak, hızlı hızlı annesinin yanına geldi.
-Burda, yanımda bekle, doktor adını söyleyecek, girecez, itiraz etmek yok, tamam mı, dedi tane tane, kızının yüzüne bakarak.