Göçmen
Ateşe dair hikâyeler anlatırdı annem. Gürül gürül yanan sobanın üzerinden yemeğin kokusu yayılırdı. Tenimize değmediği halde yakan ateşe dair hikâyeler. İşten gelecek babamın bekleyişindeki bizlere, zamanı unuttururdu. Bir bakışmanın, bir gülümseyişin kıvılcımıyla tutuşan ateşin büyüsünü bir türlü çözemezdim.
Bu ateşin nerede ne vakit, kimi tutuşturacağı bilinmezdi. Olmadık yerde, olmadık insanın yüreğinin orta yerine düşerdi. Sınıfın orta yerine birden gelip kondu. Garip kuş. Ne kanat çırpışı ne de göğsünden taşan guruldayışı duyuldu. Öylece süzülerek gelip tahtanın önünde durdu. İri, kara gözlerinde mahzun bir ürkeklik vardı. Omuzdan aşağı sarkan gür, siyah iki örgü nasıl ateş olup içime düştü ben de anlayamadım. Sınıf sessiz, gözler meraklıydı. Sınıf kapısında öğretmene alçak sesle bir şeyler söylendi.
Öğretmen tahtanın önüne gelip elini orada bekleyenin omzuna koydu. İrkildi. Büyümüş gözlerle öğretmene baktı. Şaşkınlığı geçecek, geldiği gibi birden uçup gidecek diye yüreğim ağzımda bekledim. En yumuşak ses tonuyla konuşarak bize tanıttı. Yakınındaki sıraya oturttu. Rahat bir nefes aldım. Teneffüste yalnız bırakmayacaktık. Göçmen sözünü aklımıza iyice bir yerleştirdik. Teneffüs zilinin duyulmasıyla uğultulu bir kaynaşma başladı. Dili bedeniydi. Önce öğretmene baktı tedirgin kaçmaya hazır, sonra bize. Pencereye bakarak gökyüzünde bir şeyleri arandı. Tekrar öğretmene baktı. Ne olduğunu bilememenin ürküsüyle doldu gözleri. Öğretmen bahçeyi, bizleri gösterip dışarıya çıkma zamanı geldiğini söyledi. Soluk alışı düzeldi.
Herkes başına üşüştü. Tembih edilmesi de vardı, merak da. Ben gitmedim. Gidemedim. Tuzağa düşmüş gibi şaşkın, ürkek bakışlarla etrafındakileri süzüyor; sonra yeniden bir sınıf kapısına, bir pencereye bakıp kanat çırpası geliyor. İç çekip yutkunuyor, sanki birinin gelip kendisini kurtarmasını bekliyordu. Çırpınışı, öğretmenin gelişiyle yatıştı.
Çok uzaktaymış yurtları. Dilleri de başkaymış. Öğretmenimiz öyle demişti. Zaten kimi sorulara, söylenenlere de yerli yersiz başını sallayarak karşılık veriyordu. Babası getirmiş onu ve annesini. Çok kan akıp, insanlar ölüyormuş orda. İnsan canı kurtarsın diye göndermişler babasını. Bir tek babasını mı, babası gibi hekim, hemşire, hastabakıcı bir sürü sağlıkçı gitmiş. Orada tanışmış annesiyle. Demek ki yüreğin dili tekmiş. Dersler ne zaman bitti, evlerimize nasıl dağıldık hatırlamıyorum.
Haftasına varmadan sınıftaki varlığı olağanlaştığında kimimiz eşyalarına imreniyor; kimimiz yanında yöresinde hep birilerinin olmasını, öğretmenin onu korumasını kıskanıyorduk.
Bazı bazı kısık çıkıyordu sesi. Kelimeleri eksik, yanlış söyleyişi bir tuhaf ediyor içimi. Teslim olur gibi iki elini kaldırıp, başını sallamak yurdundan kalan bir şey herhalde. İstemiyorum mu diyordu, bilmiyorum mu diyordu anlamıyorduk. Her şeye yabancı olmak ne kötüymüş. Sınıfa ait bir şeye bile suç işleyecekmiş gibi dokunuyor, ya da hareketlerimize dikkatle bakarak karar veriyor. Korkmasın istiyorum. Uzanıp veriyorum. O da gözleriyle yüreğinden bir parça bana veriyor. Ateş mutluluk veriyor.
Ya gülüşü? Kahkahasını hiç duymadım. Bilmiyor muydu gülmeyi? Tebessüme benzer bir şey yüzünde beliriyor, sonra ayıplanacak bir şey yapmış gibi birden sönüveriyordu. Kaç defa ölüp ölüp diriliyorduk oyunlarımızda. O, ölümün oyununa bile dayanamayıp kuytu bir köşede öylece uzaklara dalıp gidiyordu. Önce kendi yurdunda oradan oraya kaçışmışlar; ölüm her yerde pusudaymış çünkü. Sonra da denizi ağırbaşlı dalgalarla çalkalanan, sıcağı yüreğe işleyen babasının şehrine yerleşmişler. Sonra yeni bir emirle, yolları ta buralara kadar uzamış. Hep bir yerlerden bir yerlere göçüp durmuşlar.
İyi ki gelmişler. Denizi de yüreğe işleyen sıcağı da beraberinde getirdi.
Ben hiç deniz görmedim. En sıcak günlerimizin gecesinde bile mutlaka üstümüz örtük uyuruz. Şimdi bu soğuk havalarda bile içimde bilemediğim büyülü bir ateş yandı. Onu gördükçe, her yanımı ateş sarıyor. Bilmem niye? Okul bitip de herkes evlerine dağılınca, çok canım sıkılıyor.
Büyüklerin de içinde yanar mı acaba böyle ateş? Bizim evde kime sorsam?
Babam her akşam eve düşünceli döner. İçinde ateş mi yanar, kış boran mı savurur belli olmaz. Kış uzayıp da yakacak erken tükenecek kaygısı varsa; birimizin yeni bir ayakkabıya, yeni bir paltoya ihtiyacı olduysa, hele de ev sahibi kirayı az bulduğunu söylemişse, o zaman işte içinden yanardağ patlar. Zaten sormaya da cesaret edemem.
Annem sürekli mutfakta ocağın ateşini gözler. Ocak tüpünün olmadık zamanda tükenerek kendisine oyun oynamasından ürker. Yakacağın tükenmesiyle, soğuyacak odanın kaygısında sobayı gözler. İkisinden biri tükendiği zaman, isterse evin içi buza kessin, yüzünü ateş basar. Avuçlarını ovalar. Babama nasıl söyleyeceğinin sıkıntısında kıvranır durur. Mutfakta akşam yemeğinin uğraşında ya da sobanın külünü boşaltıp, yeniden yakmaya hazırlanırken usulca yanına sokulup sorsam. Hikâyedeki ateş bizim de içimizi yakar mı? Yani gerçek insanın içinde de yanar mı?
Ne? İnsanın da içinde ateş yanıyor mu? Abuk sabuk ne konuşuyorsun? Ben ne bileyim, herkesin içinde ateş mi yanar, kar mı yağar deyip, sobayı yakma, ya da yemeği pişirme uğraşına döner. Başından savar. Yok. Ona da soramam.
Ablam, abim desen, hep bir çekişmenin içindedirler. Anlaşılan içimdeki ateşin sırrını ben kendim çözeceğim. Hikâyelerdeki mi, yoksa benim içimdeki mi sahici ateş? O geldiğinden beri aklım da yüreğim de dolaşık.
O değil. Maya. Ne tuhaf isim Maya. Anlamı ne acaba? Neyse ne. Adıyla seslenmek hoşuma gidiyor. Maya ve ben konuşurken sınıftakiler fısıldaşıp, gülüşüyorlar.
Gözüm hep kızların oyunundaydı. Kovalamacamız hep kızların oyunlarının ortasından geçiyor, kızıp bağırmalarına aldırmadan azıcık uzağa koşup, yine oraya dönüyoruz. Hiç farkında olmuyorduk sanki. Ne zaman onun yakınında olsam, soluk soluğa bir kovalamaca oynamış gibi tıkanıp kalıyorum. Oyunbozanlığıma, yüzündeki gülümsemeyi eksik etmeden kızıyor. Öğretmene şikâyet mi ediyor, yoksa varlığımın hoşnut seslenişi mi? Sesi öfkeli değil. Öğretmen bize kızarken, dudağının kenarında da anlamlı bir gülümseme olurdu. Maçlarımız da eski heyecanını yitirmişti. Zaten istesem de oynayamazdım. Babam, yeni ayakkabılarla top oynamak yok, dedi. Maya da fark etti mi acaba yeni ayakkabılarımı?
Bahçedeyiz. Öğretmen oyun kurdu. Halka olduk. Ben, Maya’nın yanındayım. O benim yüreğimden taraf. Elden ele el yakmaca. İlk defa dokundum eline. Narin, beyaz. Öyle korktum, avucumda kardan bir ateş tutuyorum. Elim misket oynamaktan kararık, üstleri de yarık yarık. Oyunda sıramı şaşırıyorum. Kızıyorlar bana. Maya kızmıyor. Bağışlayan gülüşüyle yanında kalayım istiyor. Oyun değil bu, yürek yakmaca.
Okula gelişimizle eve gitmemiz bir oluyor. Eve vardıktan sonra da zaman hiç geçmiyor. Ben de ödevlerin birazını da akşama kalsın, diyerek fırlıyorum sokağa. Annemin, “Nereye böyle?” diye sormasına fırsat vermeden, “Arkadaşlarımla oynamaya,” diyerek çoktan ayakkabılarımı giymiş oluyorum.
Gidip dikiliyorum okul bahçesinin yakınına. Bahçeye bakmıyorum bile. Biliyorum kimse gelmeyecek. Benim gözüm şu büyük apartmanda. Hep bekliyorum. Neyi bekliyorum, ben de bilmiyorum. Orda beklemek bile hoşuma gidiyor. Oynayacak ne arkadaş var ne de başka kimse. Ben yine de okul bahçesinin dışında bekliyorum. Her günkü yerimdeyim. Gözüm hep apartmanın dördüncü katında. Belki pencere açılır, bir şeye bakar; belki dışarı çıkar. Tek başına hiç çıkmıyor. Yanında mutlaka biri oluyor. Olsun, görmüş olurum. Belki o da beni görür.
Okula gelmek başka bir mutluluk benim için. Ödevlerin eksik oluşuna, sorduğu kimi soruları bilemeyişime öğretmen kızacak. Hem de çok kızacak. Olsun. Yine de okulda, hele hele bizim sınıfta olmak çok güzel. Bazen okulun üstünden savaş uçağı ya da yolcu uçağı geçiyor. Uğultusunu işitiriz çok ötelerden. Meraklı, şaşkın bakışlarımız gökyüzünü tarar. Maya’nın gözleri dolar. Yakınında olayım isterim. Korkmasın. Ne yana gideceğini bilemeyişin tedirginliğinde bakınır. Onun yakınında olunca benim yüreğim de uçakların uğultusu gibi uğuldayıp, motorlarının ateşi gibi alev saçıyor.
Bir sabah sınıfa geldiğimde ateşten kocaman bir boşluğun içine düştüm. Maya yoktu. Annemin hikâyelerinde anlattığı ateşi tam şurama bırakarak, kim bilir nerelere doğru uçup gitmişti Maya.
İçimdeki eksikliğin ateşi, hiç dinmeyecek miydi?
“Anne, ateş hep mi böyle yakıp duracak?”
Bu sefer başından savmadı annem. Söylediklerimden daha çoğunu gözlerimde gördü.
“Ateş bu oğlum. Küllendiğini sandığında bir daha tutuşacak. Nice kışları gören ağaçlar bile bak, çiçeğe durdu.”
Bahar gelmişti, evet. Ama gökyüzünde hâlâ bir tek göçmen kuş kanat çırpmıyordu.