top of page
Yazı: Blog2 Post

DERİ


Elimdeki yara izine gözüm takılınca babamı hatırladım. İki gün önce mutfakta yemek yaparken, içeride bakıcısıyla oynayan oğlum, “De-de” diye hecelemişti. Kulağıma basan ateş ile birlikte, elimdeki bıçak derime inceden kayıvermişti. Tam da baş ve işaret parmağımın arasına. Kan taşmıştı elimden, hiç beklemediğim kadar çok kan. Dolaylı bile olsa, babamın adı ne zaman geçse, üzüntünün kalbime yavaşça aktığı ve birdenbire gözyaşlarına boğulduğum o anlar gibi. Bıçak ve üzüntünün insanı aynı keskinlikte delip geçmesi çok şaşırtıcı…


Ben Serra. Babamın ilk kızıyım. Her biri birkaç yıl arayla doğan üç kardeşimden sonra, göz ağrısı mertebesi sarsılmış ilk çocuğum. Geç evlendim. Çünkü yıllarım babama benzemeyen birini arayarak geçti. Erkek arkadaşlarımın en ufak asabiyetinde, bir tutam ihmalkârlığında, bir doz vurdumduymazlığında onu hatırlıyor ve ilişkiden hızla uzaklaşıyordum. Yolları ayırma vaktimizin geldiğini boğazıma takılan yumru ve yutkunma sıklığından anlıyordum. Benim dünyamda yutkunmak, burada kalmam için gereken güveni kaybettim, demekti. Dürüst olup, “Çünkü babamı anımsatıyorsun,” diye söylemek isterdim ama onlara karşı buz kesmiş olduğumdan, böyle bir samimiyeti inşa etmek içimden gelmiyordu.


Tüm bu gönül maceram içinde, toplumsal baskının damarlarımda akan kana işlemesinden ve vicdanın anne sütünden gelmişçesine ahlak anlayışımı semirmesinden dolayı, babamla yıllarca iyi geçindim. Oysa o; annem, kız kardeşim Rüya ve beni şiddetli geçimsizlik nedeniyle bıraktığında sekiz yaşındaydım. Rüya’nın sanki bir tek o terk edilmişçesine acıyı bir sünger gibi çekişi ve annemin ölümüne dek yatışmayan öfkesi sebebiyle, olayın bende bıraktığı burukluğu içimde yıllarca taşırmadan taşımak zorunda kaldım. Babam “En büyükleri sensin, kardeşlerine sahip çık,” dedikçe, herkesle eşit derecede ilgileniyor ve enerjimin çoğunu onlar için harcıyordum. Bana bu görevi verişinin altında sevgisi de yatıyor muydu? Sanırım bunu asla bilemeyeceğim.


Zor adamdı. Onu anlamaya çalışıyor, bunu yaparken de evliliklerine tutunamayışının sorumluluğunu herkese dağıtıyordum. Bazı hataları annemize, bazılarını da Dinç ve Neşe’nin annesine yüklüyordum ve bunları kendime saat işleyişinde, istikrarla hatırlatıyordum.


Ortak kâbusumuz, babamın ellisinden sonra geçirdiği kalp ameliyatının hemen ardından başladı. Yıllardır aynı çatı altına girmemiş dört kardeşin, bir araya gelmesini istedi. Bunun felaket bir fikir olduğunu bilmeme rağmen, isteğine karşı koyamadım. İlk önce acı eşiği en düşük ve babamla arası hepimizden daha bozuk Rüya’yı ikna etmeye çalıştım. Zor teslim oldu.


Herkes bedenen inanmış ancak ruhen kaçmak üzere bir araya geldiğinde, olaylar bende düğümlendi. Bir gün, Dinç’in bana olan hırçınlığına, Neşe’nin tüm şımarık tavrına ve Rüya’nın başına buyrukluğuna rağmen, herkesin içinde bana bağıran bir babayla karşı karşıya kaldım.


En büyük kardeşsen her şey sana patlıyor. Babanın baba oluşunun hikâyesi sende başladığı için bir milat çizgisi taşıyormuşsun gibi, her daim senden yola çıkılıyor. Babamın kendi korkularını, paniğini, annelerimize kırgınlığını veya mahcubiyetini gizlediği öfkesinin hedefi yine ben olmuştum ve bana bas bas bağırmıştı. Bu çıkışı hazmedemeyen kocam kendini tutamayıp, babamı omuzlarından itti. Reddetmenin beden dilinden başlaması acı bir deneyim.


Yaşlarımıza hiç yakışmayan ruh örseleyici bu kavganın ardından Rüya hariç, ne babamla ne de diğer kardeşlerimle görüştüm.


Derimdeki yaraya takılıp geçmişe dalmışım. Telefonun sesiyle kendime geldim. Kocam bir iş seyahatindeydi ve bu saatlerde de toplantısı olacaktı. O halde kimdi bu saatte arayan?



Göztepe’deki muayeneden çıkalı on dakika ya oldu ya olmadı, hâlâ dolmuş bekliyorum. Hava buz, ellerim üşüyor. Parmaklarımın kenarlarında oluşmuş siğillerin nedeni bir türlü bulunamıyor. Babamın kıdemli dostu Yaşar Bey’in muayenehanesine gittim. Yaşar Bey’e babama söylememesini tembih ettim. Babamın seçimleriyle kurduğum meraklı bağın ve ona duyduğum gizli takdirin dile gelmesinden, görünür olmasından asla hazzetmiyorum. Bu yüzden sessiz anlayışlar ve anlaşmalardan yanayım. İsmim Rüya.


Parmaklarımdaki siğiller ilk kez, ben henüz altı yaşındayken babamın evi terk ettiği zaman çıkmıştı. Hayal meyal onu komşu teyzeye gösterdiğimizi ve onun da okuyup üflediğini hatırlıyorum. Her sabah uyanınca nefesi işe yaradı mı diye ilk iş parmaklarıma bakıyordum ve siğillerin daha da irileştiğini gördükçe insandan gelecek yardıma olan inancımı iyice köreltiyordum. İnançların köreldiğine değil köreltildiğine inananlardanım.


Siğillerimi fark ettiğim o an aklımda. Babamın kapıyı çarpıp çıktığını ve annemin arkasından “Defol!” diye bağırdığını duyduğumda odamızdaydım. Ablam o pazar babaanneme gitmişti. Yatağımda büzüşmüş, dizlerimi iyice karnıma çekmiş ve bacaklarıma sıkı sıkı sarılmıştım. Bir nevi kendimi kucaklama olan bu hareketimle bir yandan hafif hafif sallanırken, bir yandan da ağlamaya başlamıştım. İçeride annem de ağladığı için yanına gidemiyordum. Biraz toparlanıp, göz yaşlarımı silmek için ellerimi yüzüme götürdüğümde ellerimde bir kabartı hissetmiş ve parmağımdaki siğilleri görmüştüm. Gözlerimin buğusu geçip, görüntüm netleştiğinde siğillerin sayısı beni dehşete düşürmüştü. Annem hâlâ ağlıyordu. Yanına gitmemiştim.


Yıllar sonra babam beklenmedik kalp ameliyatının ardından, biz dört kardeşi bir araya topladığında kendimi hepsinin içinde o kadar zavallı hissetmiştim ki… O lanet kavganın koptuğu akşamın öncesinde de, sonrasında da gözüme uyku girmemişti. Hafızam unutmaya çalıştığım geçmişimi baştan canlandırmıştı. Kendime güvenim gelene dek kaç kez yıkıldım bilmiyorum. Babam beni hayatında bir kez bile sevdi mi, bunu hiç bilmiyorum.


Çatısız ailemizde ne ablam Serra kadar söz sahibiydim, ne de Dinç veya Neşe kadar seviliyordum. Sanki görünmezdim, yoktum.


Kırklarıma doğru babamla ilişkisizliğimi hiç önemsemeyen bir Alman’la evlendim. Size geçmişinizi hatırlatmayacak birine tutunmak çok önemli. Bu yüzden kocam Rene’ye, o gece babamın evinde kopan kavgadan söz etmedim. Böylece babamı da, tüm o ekşi olayları da içimde bir yerlere gömebildim.


Daha doğrusu gömdüğünü sanmışım. Bugün evde kitaplığı karıştırırken, tesadüfen bir kitabın arasında onun kucağında oturduğum yegâne anın fotoğrafını bulunca, öyle bir ağlamaya başladım ki… Kendime şaşırıp kaldım. Gözyaşlarımı silmek için ellerimi yüzüme götürdüğümde, parmağımda boy göstermiş birkaç ufak siğili farkettim. Aradan geçmiş otuz küsur yıl, benimse parmaklarımda yine aynı siğiller...


Hiçbir zaman yanımda olmamış bir adamın gidişi beni nasıl bu kadar yıkabiliyor bilmiyor, babasız geçen çocukluğumdan ötürü pişman oluyor ve buna rağmen geçmişimden kaçamıyorum!


Onu arayıp bas bas bağırasım var. Bu kontrolsüz dürtü aklıma Neşe’yi getiriyor. Nedense babama olan kızgınlığım, sadece onun yanında yatışırdı eskiden. Sakinleşmek için onu arayamam artık. Çünkü Serra o kavga gecesi, en çok ona içerlemişti. Neşe’yi aramak ablamın duygularını yok saymak olacaksa, ben de bu ilişkiyi koparmalıyım.


Yine de çantamdan telefonu çıkarıp bakıyorum, bir umut. Keşke o arasa beni. Serra’dan saklardım da bunu. Ama hayat işte, ne arayan var ne de soran…



Derimde tuhaf bir kalınlaşma var. Geçen hafta Selin ve ben, iki âşık olarak çıktığımız birliktelik yolunda tökezledik ve nişan attık. Bu kez oldu sanmıştım ama iyi bir ilişki kuramıyor oluşumun laneti hâlâ üzerimde.


Yüzüğü çıkarırken ellerimin ne kadar sertleşmiş olduğunu farkettim. Sanki derim kalınlaşmıştı. Akşam eve varınca merakla aynanın karşısına geçtim ve bedenimi incelemeye başladım. Önceleri diz kapaklarım böyle değildi, adeta birer kayaya dönüşmüşler. Parmak uçlarım böyle değildi, sokakta bir kediye dokunmuştum, şüphesiz rahatsız olmuştu. Bunu hissettim.


Derimin tuhaf bir şekilde kalınlaştığını çevremdekilere söyleme cesaretim olmadığı için bir tek babamla paylaşabildim. Onu seviyor ve onunla paylaştıklarımı önemsiyorum. Babamın da bana düşkün olduğunu söylemek mümkün. Benim işim, benim evim, benim sağlığım… Günlük mesaisi içindeyim.


Aslında her şeyimi onunla konuşmama kararı almıştım. Çünkü hiçbir zaman gerçek anlamda beni avutucu şeyler söylemiyor ve evhamlı tutumu beni panikletiyordu. Ama o kadar alışmışım ki onun bu tavrıyla rahatlamaya…


“Baba, derimde tuhaf bir kalınlaşma var,” diyorum.


Babam sağlık konusunda çok titiz olduğu için hemen, İstanbul’da yaşayan Yaşar Amca’yı arıyor. Telefonun bir ucunda kahkahalar atıyor ve kapatınca, “Oğlum,’’ diyor, “Deri kalınlaşması diye bir şey olmaz.”


“Benim meşhur evhamım genetik mi ne? Dillere düştük bak. Vazgeç bu sağlık takıntılarından.”


Adım Dinç. Vazgeçmiyorum ama babama vazgeçmiş gibi yapıyorum. Bir akşam bira içerken bir arkadaşıma, “Geçenlerde derimin kalınlaşmaya başladığını fark ettim. Artık eskisi gibi delip geçemiyor hiçbir şey beni,” diyor ve olayı bu şekilde, oldukça şiirsel ama mutlak doğruluğuna kendimi inandırdığım bir ifadeyle yorumlayarak değiştiriyorum. Derim duygularımı örtüyor. Ben ise kalınlaşmış derimi...


Belki de bu şekilde kendime güvenmediğim tüm yanlarımı; babamı kız kardeşlerimle paylaşmaya duyduğum isteksizliği, dizginleyemediğim hırçınlığımı, tahammülsüzlüğümü, çok sevip aniden soğuma hallerimi de kapatıyorum.


Ben ailenin tek erkek çocuğuyum. Babama kız kardeşlerimin bakamadığı yerden bakan, ancak onların birleşebilme gücünden yoksun, şefkatten muzdarip, duygulardan yana grip, aşktan veba biriyim.


Dünyaya gelme sıralamasında üçüncü kardeş, sahip olduğu mavi kimlikle sürüden kovulan tek erkek çocuk. Sanırım çemberden dışlanma sebebim bu. Şimdi bir de derimin kalınlaşmasıyla karşı karşıya kalmış haldeyim.


Bir elim ensemde, diğer elimle telefon, rehberi karıştırıyorum ve içimdeki kızgınlıkla Serra ile Rüya’nın numarasını siliyorum. Neşe’nin numarası bende zaten yok.


<