top of page
Yazı: Blog2 Post

Değişim


Benim adım Zeynep ama sevdiklerim Zeyno der bana. Evet, sevdiklerim. Ne çok sevdiğim şey var şu dünyada. Dünyada derken, dünyamda demek istedim. Yani benim dünyamda. Bence herkesin kendi hisleri, inançları, aklı ve algılarıyla yarattığı kendi dünyası vardır. Eskiden çok farklı düşünürdüm, farklı bir insandım. Hayatım mutsuzluklar, başarısızlıklar ve mücadele ile doluydu. Sonra her şey değişti. Nasıl mı? Hadi gelin anlatayım.

Çocukluğum küçük bir ilçede geçti. Herkes birbirini tanıyor ama aslında kimse kimseyi tanımıyordu. Babam dolmuş şoförüydü. Sıkıntılı bir dönemde minibüsünü satmak zorunda kalmıştı. Sonra da emekli olana kadar başkalarının minibüslerinde şoförlük yaptı. "Nerede bizde o şans," babamın en klasik cümlesiydi sanırım. O kadar sık duymuşumdur ki ondan bu sözü. Annem dedemlerin tek gelini olduğundan ömrü iki evin işlerini yapmakla geçti. Tek keyfi vardı, komşu Şükran ablayla içtikleri Türk kahvesi. O da ayda yılda bir, fırsat bulurlarsa. Dört kardeştik. Evin içinde pek iletişimimiz yoktu. Her zaman geçim telâşı vardı gündemimizde. Okulda başarısız değildim, ama öğretmenlerim biraz çalışsam çok başarılı olacağımı söyleyip duruyorlardı. Bense pek aldırmıyordum. Ne yani, birinci mi olacaktım? Üniversiteye mi gidecektim? Daha neler? Hangi parayla gidecektim de okuyacaktım? Neden biz de şanslı değildik? Arkadaşlarımın bazılarının çok şanslı olduğunu düşünürdüm. Çünkü zengin bir aileleri vardı. Her neyse, liseyi bitirince İstanbul'da yaşayan, uzaktan bir akrabamızla evlendim. Bir bakkal dükkânı vardı, Anadolu Yakası’nda küçük bir mahallede oturuyorduk. Çok fazla arkadaşım yoktu, hatta hiç yoktu da denebilir. Komşular, gün yapıyoruz diye toplanıp dedikodu yapıyorlardı. Her seferinde beni de çağırmalarına rağmen sadece bir kez katıldım. Kahkahaları hâlâ kulaklarımda çınlıyor. İçimde tanımlayamadığım bir öfke vardı. Sokakta bağıra çağıra oynayan çocuklar asabımı bozuyorlardı. Nerede bir müzik çalsa kalkıp kapatıyordum, tahammülüm yoktu. Evlendikten bir buçuk yıl sonra eşimi bir trafik kazasında kaybettim. Artık İstanbul'da yapayalnızdım. Oturduğumuz ev de, bakkal dükkânı da kiralıktı. Ev sahibimiz Ömer amca, bakkalı işletirsem her şeyin yoluna gireceği konusunda ısrarcı olsa da onu dinlemedim. Yapamayacağımı düşünüyordum. Bu saatten sonra "müşteri velinimettir" lafını benimseyebileceğimi, "Buyurun ne istemiştiniz?" gibi bir tavıra bürünebileceğimi hiç zannetmiyordum. İnsanlardan, herkesten, her şeyden olabildiğince uzak bir hayatım olmalı diye düşünüyordum. Kaderim böyleydi çünkü. Mutluluk bana hiç uğramayacaktı, biliyordum.

Bakkalı ilk isteyene devrettim. Eşimin bankada birikmiş biraz parası vardı. Onu da ekleyince elimde fena sayılmayacak bir para oldu. Ama ne yapacaktım ki? İş bilmez, yol yordam bilmezdim. Mahalleden taşındım. Belediyede temizlik personeli olarak işe başladım. Bilhassa büyük seminer salonlarını temizliyordum. Yüzlerce insan doluşuyordu her gün. Hiç huyum olmasa da, bir gün hazır işim de yokken oturdum salonun en arkasında bir yere. Dinleyeceğimden değil de, uyurdum belki azıcık. Koltuğa serilmiş, gözlerimi kapatmıştım bile. Zaten etrafımda kimse yoktu. Sahnedeki konuşmacının sözlerine istemesem de kulağım takıldı.

"Kendinize hiç sordunuz mu? Acaba kader ve şans kavramlarına gereğinden fazla mânâ yüklüyor olabilir miyiz? Ben kendi bakış açımla açıklayayım bu iki kavramı. Kader diye bir şey var mıdır? Elbette vardır. Kader hayatımızda değiştirmemiz mümkün olmayan şeylerdir. Örneğin doğduğumuz yer kaderimizdir. Hani dizisi de var. Dünyanın hangi noktasında doğacağımız elimizde olmayan, değiştiremeyeceğimiz bir şeydir. Ailemiz kaderimizdir. Onlardan bize aktarılan genler kaderimizdir. Ama başımıza gelen iyi ya da kötü olaylar kaderimiz değildir. Verdiğimiz bir karar bizi belki onlarca yol içinden birine götürür. İkinci karar bundan sonraki onlarca yoldan birine… Böyle dört, beş karar verdikten ya da eylemde bulunduktan sonra ilki aklımıza bile gelmez. Belki aradan yıllar da geçmiş olabilir. Oysa tüm yolların başlangıcı o ilk karardır. Bunun önemi şudur: Hayatımızın kontrolünün salt kendi elimizde olduğunu bilmek, kontrolü bir başkasına ya da kader dediğimiz olguya bırakmamayı sağlar. Kararlarımızı verirken daha doğru düşünürüz. Doğru kararlar alabilmek için kendimizi geliştiririz. Kararı veren biz olduğumuz için sorumluluğunu da daha kolay alırız. Sonuç istediğimiz gibi olmasa da, bu sonuçla daha iyi yüzleşir, önümüze bakabiliriz. Hayatımız pişmanlıklarla dolup taşmaz."


Yerimden doğrulup gözlerimi açtım, daha doğrusu açmak zorunda kaldım. Resmen uykumu kaçırmıştı adamın konuşması. Devam etti:


"Peki ya şans… Var mıdır şans diye bir şey? Elbette vardır. Çok nadir gerçekleşen olayların başa gelmesine şans denebilir. Ama biz ne kadar çok anlam yüklüyoruz şans kavramına, farkında mısınız? Kötü bir şey oluyor, şanssızlık; iyi bir şey oluyor, şans diyoruz. Şans olayına şöyle bakmak lazım. Bir şeyler başarmak, kazanmak için şansına güvenen, şansını deneyen ya da şansından medet uman yüz kişi olsun. Diğer yanda da yine bir şeyler başarmak, kazanmak için önce hayal eden, sonra inanan, kendine güvenen ve bu yolda emek veren, çabalayan yüz kişi olsun. Şansını bekleyen yüz insandan ikisi, üçü belki bulacaktır. Oysa ikinci gruptaki yüz kişinin neredeyse tamamı başaracaktır. İsteyip, hayal eden, ve inanıp bu yolda çalışan herkesin başarması neredeyse kesindir. Eğer başaramamışsa bir yerde eksiklik vardır. Ya inanmamıştır ya da gereken emeği vermemiştir. Şimdi bu kadar yüksek bir oran varken, sizce şansı beklemek, şansa bu kadar anlam yüklemek mantıklı mı? Bir arkadaşım var. Geçenlerde muhabbet sırasında ne zaman tıraş makinesini alıp tıraş olmaya başlasa, aletin şarjının bitip tıraşının yarım kaldığını anlatıyor, şanssızlığından yakınıyordu. Tıraş boyunca şarj aletini bir kaç dakika şarj ederek bir saatte ancak tıraş oluyormuş. İşin kötü yanı, alet şarjdayken de çalışmıyomuş. Ben de ‘İşin bitince şarja takıyor musun aleti,’ diye sordum. Her seferinde kendisine söz verdiğini ama o sinirle unuttuğunu söyledi. Şimdi bunun neresi şans? Ya da zengin bir ailenin çocuğu olmamak şanssızlık mıdır? Nice zengin ailelerin çocukları sizin evinizdeki huzura imreniyor olabilir. Çok yoksul bir ailenin çocuğu olarak, uzak bir köyün okullarında yırtık ayakkabılarla ilk öğrenimini tamamlamış, liseyi yatılı okumuş ama çok iyi bir kariyer sahibi olmuş, çok büyük iş adamı olmuş onlarca yüzlerce insan var mesela. Hepsinin ortak özelliği, şans, kader gibi kavramları hayatın merkezine koyup hayattan vazgeçmek yerine, başarabileceklerine inanmış, hayal kurmuş ve bu uğurda çalışmış olmaları. Unutmayın bir kez geliyoruz hayata. Bu oyun tek el oynanıyor. Hemen pes etmemeli."


Sanki bana anlatıyormuş gibi geliyordu. Beynim o kadar olumsuz düşünce şekilleri oluşturmuş, o kadar karamsarlığa ve mutsuzluğa hapsolmuş ki; adamın söylediği şeyler bana çok mantıklı gelse de, sanki içimden bir ses bunlara karşı çıkıyor, boş vermemi söylüyor, beni o karanlığa çekiyordu.


"Ve dostlarım, şimdi size hayatın anahtarını, giz'ini söyleyeceğim. Para mutluluğu, sağlığı, başarıyı satın alabilir mi, sanmıyorum ama bu söyleyeceğim şey satın alabilir. O şey ‘sevgi’ dostlarım. Sevgi, insanı aydınlığa götürür. Sevgisizlik ise, karanlığa… Severek yaptığınız her iş başarı öyküsüne döner. Sevgi size sağlıklı ilişkiler getirir. Sevgi size sağlık getirir. Birilerini, bir şeyleri, yaşamayı severseniz bu sizi ayakta tutar. Başka bir deyişle hayatta tutar. Belki de varoluş enerjimizin kaynağıdır sevgi. Sevin dostlarım. Gönlünüz dolup taşıncaya kadar sevin. Elbette sevmedikleriniz de olacaktır. Onları da gündeminizden çıkarın. Sevin ve sevdiğiniz şeylere, kişilere odaklanın. Yaşamınızı sevin ve yaşamınıza odaklanın. Kendinizi sevin. Olumsuz düşüncelerle beyninizin yarattığı karanlık yolakları tek tek yok etmek için inadına olumlu, pozitif ve sevgi dolu olun."


Personel şefi Nurten ablanın omzuma sertçe dokunması ile irkildim. "Kalk kız, ne yayıldın buraya, seminer biter şimdi, çok işimiz var."


O gün işi bitirip çıktım. Yolda yürürken her zamankinden farklı hissediyordum. Yağmur başladı. Adamın söyledikleri aklıma geldi, yağmurdan keyif almaya baktım. Eve girerken her gün karşılaştığımız ama hiç konuşmadığımız komşuma merhaba deyip gülümsedim. Akşam kapım çaldı, bir tabak yemek getirdi komşum. Sonraki gün ben bir şeyler götürdüm. İçeri kahve içmeye davet etti. Bir merhaba demiştim ve artık zor bir anımda kapısını çalabileceğim bir arkadaşım olmuştu. İnanılmazdı, gerçekten işe yarıyordu. Artık sokakta bağır çağır oynayan çocukların sesleri beni sinirlendirmiyordu. Kuş cıvıltısı gibi geliyordu adeta. Kendime bir sürü kitap aldım. Çoğu seminerde anlatılan türden kitaplardı. Sonra okudukça okumayı sevdiğimi farkettim, daha çok kitap aldım. Daha çok okudum. Keyif aldığım şeyler, hobilerim olduğunu farketmeye başladım. Özgüvenim de artıyordu. Hayat daha yaşanılası geliyordu artık bana. Üstelik ne piyango çıkmıştı ne de bir mucize olmuştu. Mucize aklımda, fikrimdeydi. Sadece sevmeye başlamıştım. Olumlu düşünmeye, hayal kurmaya ve inanmaya başlamıştım. Derken üniversite okumaya karar verdim. Artık durmak yoktu! Bankadaki paramla dershaneye yazıldım ve sınavlara hazırlandım. Dersler çok iyi gidiyordu. Lise öğretmenlerimin çalışmam konusunda neden ısrar ettiklerini anlamıştım. Onlar yapabileceğimi biliyorlardı, ama ben bilmiyordum. Önce Adalet Meslek Yüksekokulu kazandım. Ardından dikey geçişle Hukuk Fakültesine yerleştim. Bir yandan okuyup bir yandan kitapçıda çalışıyordum. Çok iyi arkadaşlıklarım oldu üniversitede. Okulu bitirip stajımı tamamladım ve artık başarılı bir avukattım.


Bir gün ofisten çıkarken bir afiş gördüm. Psikolog Soner Kutay ile Ego isimli bir seminerin reklamıydı. İsmine hiç dikkat etmemiştim ama fotoğrafından tanımıştım. Bu belediyenin salonunda dinlediğim psikologtu. Seminere gitmeye, fırsat bulursam tanışmaya karar verdim. Seminer biterken tanıştım da. Aslında çok kalabalıktı, ama etkinlik organizatörünü tanıyan bir arkadaşım vardı. Benim de arkadaşıma çok büyük iyiliklerim dokunmuştu. Onu aradım ve ne yapıp edip beni ulaştırdı Soner Kutay'a.


Merhabalaştık, hızlıca durumu anlattım. Kendisinin yıllar önceki seminerini ve bendeki değişimi anlattım. Çok mutlu oldu, dolu dolu gülümsedi. Çıkarken kartımı bıraktım. "Avukatım belki lazım olur, size çok şey borçluyum," dedim. "Ne borcu, insanın karşısına her gün onlarca fırsat çıkar, yenilenmek, güçlenmek, en iyi olanı bulmak için. Ama çoğu zaman kaçırır bu fırsatları. Çünkü farkındalık yoktur. Siz kaçırmamış, peşinden gitmişsiniz, ne mutlu size," dedi. Ve gitti…


Bir daha görüştük mü dersiniz? Bundan sonrasını ilginç bulabilirsiniz ama inanın hayat fark ettiğimizden daha ilginç. Evet, görüştük. “Avukata ihtiyacım var bir şey soracağım,” diye aradı. Belki de bahaneydi bilmiyorum. Ve o aramanın da üzerinden üç yıl geçti. Evlendik, mutlu bir yuva kurduk. Evimizin girişinde isimlerimiz yazıyor. Zeyno, Soner ve Sevgi. Evet küçük kızımız.


Şimdi bazılarınız, "E, sen de şanslıymışsın işte, o gün bu seminer yerine damızlık boğa seçerken nelere dikkat etmeli konulu bir seminer de olabilirdi," diyecektir. Evet, olabilirdi. Ama olan şey, şans değil fırsattır. O gün orada bu semineri dinleyen herkesin hayatı böyle değiştiyse bu şans ya da mucizedir. Ama orada kendi farkındalığını yaratan ve sevginin gücünü fark eden, onun peşinden gidenlerin hayatı değiştiyse bu fırsattır. Örneğin Nurten abla. Hani beni dürtüp kalk kız, diyen şefimiz. O gün de salondaydı, hâlâ o salonda çalışıyor. Geçen ay orada bir gönüllü etkinliğe katıldım. Geldi beni buldu. Çok mutlu oldum. Ofisimde çalışmasını teklif ettim. Kibarca reddetti. "Belediyenin kadrolu memuru oldum, senin ofisin ne olacağı belli olmaz, ben burada iyiyim, zaten üç dört yıla emekli olurum," dedi. "Peki," dedim. Vedalaştık. "Kendine iyi bak Zeynep'im," dedi. "Zeyno de abla,” dedim. “Sevdiklerim bana Zeyno der!"


125 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör