Cepler
Hava soğuktu. Gün, hâlâ güneşli bir sonbahar gününü andırsa da kış gelmişti artık. Gözünüzü bir noktaya odaklayıp dikkatle baktığınızda sayısız kar tanesinin aynı hızda gökten yere indiğini görebilirdiniz.
Paltosuna konan taneleri sayıyordu. İşte birkaç tane ve birkaç tane daha… “Ne kadar da soğuk! Tanrım!” Gözlerinin rengini andıran kamel rengi deri çantasından, yine kamel deri eldivenlerini çıkardı ve birini sağ eline giydi. Saçını düzeltebilmeyi istediği için, sol elini açıkta bırakırdı hep. Alışkanlık işte… Parmaklarını soldan ayırdığı saçlarının arasına geçirerek yukarı doğru hafifçe kabartmayı seviyordu ve tek eli bu yüzden her zaman buz gibi oluyordu.
Balat sokakları biraz toparlanmış, gençlerin ilgisini çekecek şekilde yenilenmişti. Onunsa dikkatini kapısına zincir vurulmuş, terkedildiği günden beri kimsenin ziyaret etmediği o karanlık evler çekiyordu. Karanlıktan hoşlanmazdı ama bir zamanlar içinde umutların beslenip barındığı o karanlık mekânları da durmaksızın merak ederdi.
Sokakların arasında salınırken kar aniden duruverdi. Güneş tepesinde parıldamaya başladığında usulca eldivenlerini çıkarıp çantasına, ellerini de ceplerine koydu. Dışardan bakıldığında, hava soğuk olduğu için ellerini ısıtmaya çalışan bir genç kadındı sadece. Oysa, gölgesinden yansıyan imgeyi de ısıtmak istediğini biliyordu.
Cepleri onun kolonlarıydı. Dik yürüyordu böylece. Yıllar boyu onlar sayesinde korudu dengesini. Paltosunun iki yanına dikilmiş iki kumaş parçasından fazlasıydı cepleri. İçinde metal paralar yoktu. Bir dünya dolusu itibarı, oraya sokuşturmuştu gizlice.
Oturabileceği sıcak bir kafe ararken ona hayranlıkla bakan birkaç kişi geçti yanından. “Bana bakıyorlar galiba?” Görünmemek adına yaptıklarına rağmen görünmeyi çok istediğini, o kişiler yerinde olsanız siz de rahatlıkla görebilirdiniz. Bu durumu da başını fark ettirmeden hafifçe kaldırıp, size bakmaya çalışmasından anlardınız. Eğer ona bakarsanız, dik duruşunu bozmadan aniden başka bir yere döndürüverirdi başını.
Siyah uzun paltosu altından görünen fıstık yeşili gömleği ruhunun içinde saklı kalmış renkleri bir nebze açık ederdi. Adımlarını büyük ve net atar, sağa sola bakarken çok seçici davranırdı. Meraklıydı. Göz ucuyla da olsa görmek isterdi etrafta olup biteni. Yüzünü insanlara doğru çevirdiği nadir anlarda saçları da hafifçe dalgalanır, güneşin uğradığı kestane renk bal rengine çalardı.
Bir müddet sonra güneş kuvvetlenmeye başladı. Elleri titredi, saçları ensesine yapıştı. Ağır gelen paltosunu çıkarmak istedi ama gölgeden yansıyan imgesine ihanet edemiyordu.
Derin bir nefes aldı ve düşünmeye başladı. “Yapabilir miyim?” İmgesi aslından kuvvetliydi.
Ona bakanların gözlerini düşündü, baktıkları yerden görmeyi denedi. Kendini bildiği tek yer içeriden dışarı akıyordu. Sesi dinledi. “Bu ses benim sesim değil.” Düşünürken bir zamanlar kimden ödünç aldığını hatırlamadığı bu yersiz gürültüyü sahibine iade etmek istediğine karar verdi.
Elleri cebinde yürümesine sebep olan bu yanılsamanın yerini, ona hayranlıkla bakanların gözleri aldı bir müddet… O gözlerin iradesini giyinerek çıkardı ellerini ceplerinden.
Terlemiş, yorulmuş biraz büyümüş... Hâlâ dengedeydi. Saçları aynı parlıyor, adımları hâlâ geldiğini haber veriyordu.