top of page
Yazı: Blog2 Post

Batık Bedeller

Koca yürekli ihtiyar valiz! Ne ağır yerinden kalkmıyor. Öyle dolmuş ki içi, fermuar dikişleri tel tel yerinden çıkmış. Biraz zorlasam patlayacak, o kadar yani. Kırmızı yerini bordoya bırakmış. Eski, ağır, yırtık, ölü bir valiz. Atmak olmaz o kadar yükü taşımış, yüklenmiş tüm dökülenleri. Hem çok iyi düzenlenmiş içi. Belki işe yaramayan, kullanılmayan, varlığı hiç anlam ifade etmeyen belki de acı veren birçok şey… Hepsi sıra sıra dizilmiş bu koca kirli eski valize.


Yılların ömürden aldıklarını sadık bir emekçi çalışan gibi saklamış işte bu valiz. İçindekiler zamanla parça parça biriktirdiğim bedellerim. Ödeyemediğim bedeller… Adını sorsan herkeste farklı bir anlamı var. Kimine göre şurama kadar geldi, kimine göre bardağın son damlası, kimine göre sabrın sonu selamet, derviş, murat, aşağı sakal yukarı bıyık… Yine gözünü sevdiğim bilim bulmuş adını. Salmış bu konuda bütün fikir sahiplerine namını: “Batık bedeller sendromu!” Güzel isim. Nerden baksan çok afili.


İsmini kulağına üflediğim, içimizde üvey evlat gibi beslediğim, atsan atılmaz satsan satılmaz diye kapının önüne koyamadığım, besleyip besleyip büyüttüğüm bu içimi oyan nankör karganın adına bilim batık bedeller sendromu demiş. Bu kavgalı kapı komşumu, dışarı buyur etmenin yollarını arayıp durdum. Çare bazen gözlerimin içinde bazen ensemde bazen tam avucumun içinde bazen de hiç bulamayacağım bir kuytu köşede. Ama bugün çare nefsimde! Elçi olmuşlar tüm duyu organlarım, nefsimle olan ilişkime.


Yine saat bilmem kaç? Elçilik saz heyeti tutmuş. Tüm benlik hazır. Orkestra tam kadro… Şeflik için büyük savaş oyunları var. Ne çok heveslisi varmış! Bu görevin sahibi tabii ki büyük elçim. Bugünkü repertuarda batık bedellerin son sahnesi var. Sahneye veda eden batık bedeller. Altın vuruşunu yapmadan önce sahnenin tozunu attıralım dedim. Valizi toplamadan önce sahneye ilk olarak şahsına münhasır kişiliği ile nefsi davet ettim. Tabii şeflik hakkı. Ben beynimle yüreğimin savaşını izlerken meğer nefsim koordine ediyormuş bu hiç de adil olmayan bu münazarayı. Neyse ilk şarkıyı ondan dinliyoruz:


“Ben hatalarım için

Sana yaptıklarım için

Hiç affetmedim kendimi

İnan hâlâ sızın içimde.”

Ben de affetmiyorum, tüm boynu bükük baharları, gölgede kalmış hatıraları, gözleri şişmiş hikâyeleri, susmuş şiirleri de yanına verip seni o valizin en kuytu köşesine yerleştiriyorum. Ardından yanına yardım ve yataklıktan hüküm giymişleri, seni yalnız bırakmaması için göndermek istiyorum.


Şimdi sahne sırası aklımın çok bilmiş fikirlerinde; her seferinde yüzümü yere eğen, yaramaz çocuk gibi hep utandıran, saçma saçaklı beyzade fikirlerim! Her ne kadar sesiniz ruhta depremi yaşatsa da sahne sizin!


“Eller günahkâr

Diller günahkâr

Bir çağ yangını bu bütün

Dünya günahkâr.”

Tabii ki hiçbirimiz masum değiliz! Bedellerin tek güzel yanı içimizdeki çocuk… Tüm günah sahipleri cezasını çekiyor. En büyük esaret pişmanlık. Aklın pişmanlığı da fikirler. Fikirlerin esaretine kurban giden her şeyi yerleştiriyorum bu valize.


Hani derler ya; “Yaşam aldığımız soluklarla değil, soluk kesen zamanlarla ölçülür.” Yaşamın soluk kesen zamanlarını, bazen hiç bitmesini istemediğim bazen yer yarılsa da içine girsem dediğim bazen de hiç geçmek bilmeyen bu tutarsız anları, sahneye alıyorum şimdi.


“Belki üstümüzden bir kuş geçer, kanadından bir tüy düşer.

İner döne döne gökyüzünden, hiçbir yüz güzel değil senin yüzünden.”

Zamansız heceler, zamansız ayak sesleri, zamansız gölgeler, zamansız söylenen her şarkı, zamansız sızlayan her şey kanatsız kuşların sessiz çığlıkları ile gökyüzünde kayboldu. Bize bu güzel şarkıyı mırıldandıran bu tutarsız anları da katlıyorum ve yerine yerleştiriyorum.

Bu güzel konsere serseri yaralarla devam edelim. Can yaksa da her darbede aynı yerden vurulmaktan hiç çekinmeyen, sızısı şarkılara ilham olan, hiç kabuk bağlamayan, söz dinlemeyen yaralar, sahne sizin:


“Uğraş biter gün savuşur,

Sanma duvarlar konuşur.

Hesabım var.”

Dumanı iç yakan perişan yaralar, elbet bir gün kanayan besteler sarılır, umudun şifası üzerine savrulur. Reçetesi mahşere kalan merhemler ile yolculuyorum yerine seni.


Ve son olarak sahnenin assolisti, benim hiç veda etmek istemediğim, boynuna sarılıp ağladığım, her düştüğünde kolundan tuttuğum, az sevinsek de yine de her zaman yetinmeyi bildiğim, iyisi ile kötüsü ile yılları beraber geçirip beraber büyüdüğüm maviyi sahneye davet ediyorum:


“Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde

Yürüyorum sanki senin yanında

Sesin uzaklaşır her bir adımda

Ayak izim kalmadan gidiyorum.”


Vedayı fısıldadım tüm geçmişe. Kimse vazgeçilmez değil, diye bir söz vardır. Vazgeçmek değil bu gidiş. Bir tek bunu katlayamadım gidenlerin arasına. Benimki sadece veda! Yarım kalmışlıklara, kalanlara susmalara, duymayanlara, derinde bir yerlerde sıkışıp büyüdükçe büyüyen tüm yangınlara, ayazlara, zamansız poyrazlara, yıkık dökük yollarda düşen umutlara… Kısaca içimi kemiren, sağsız solsuz, dilsiz, sağır, kör… tüm batık bedellere geç kalmış bir veda!