BÜLBÜL
Sahibini uyku tutmuyor diye hediye edilen, kahverengi başlı, iri kara gözlü bülbül; baharlardan o baharı, neredeyse hiç ötmeden geçirdi. Uzun kanatları, kızıl kuyruğu ile kafesin içinde bir iki sıçrıyor ama ne tan yeri ağardığında ne de gün batımında sesi duyuluyordu. Oysa geçen baharda geceleri, ıslık çalarak bin bir heceyle şakımıştı.
Sahiplenen, garip adamın tekiydi. Yıllardır uykusuzluk çekiyordu. Gürültüde uyuyamıyor, işin garibi sessizlikte de uyuyamıyordu. Gürültü ve sessizlik, kulağının ardında birer çınlamadan ibaretti.
Bülbül daha gençti. Hani, yaş aldıkça ötüşüne yüzlerce yeni hece ekleyecekti?
Kuşun yemesi içmesi yerindeydi. Hatta ötmediği için hafiften semirmişti. Gün doğarken bir iki “Tsii tsii”, akşam üstleri üç beş “Tik tik” ile buradayım diyor; kalan zamanda kumru gibi düşünceli, köşesinde yatıyordu.
Bülbülün sahibi, önce bilenlere sordu. “Hımm...” dedi, bilenler. “Karınsa Zamanı* desek, değil... Hasta desek, yemesi içmesi iyi diyorsun. Hımmm... Güneşe çıkarıyor musun?”
Bunu duyunca ilk iş, kafesin yerini değiştirdi. Kancasını bahçedeki vişne ağacına bakan pencerenin yan duvarına, uzun saplı bir çengele taktı. Kuş, koca gözleriyle dışarıyı seyredebilsin diye sabahları perdeyi sonuna dek açtı. Bülbül başlarda birkaç sabah yerinden kalkıp, bir iki kez fazladan “Tsii tsii” dedi; sonra? Sonra yine köşesine çekildi.
Tebdili mekân kâr etmeyince, bilenlerden ümidi kesip kitaplara sarıldı. Hatta Zaralı Hacı Fatma Hanım’ın dediklerini bile okudu. Öğrendi ki, meğer onun da bahçesindeki vişne ağacına her sabah hezarlar** gelirmiş. Meyveleri gagalar, güneş ile akşama dek şarap olan vişneyi, akşam dönüp içtiklerinde, esriklikten gece boyu öterlermiş. Eh, ötsün diye sarhoş mu edecekti bülbülünü?
Kitaplar başkaca diyordu ki, dişisini cezbetmeye çeşit çeşit ıslık çalan kuş, vuslata erdi mi, önce ıslığı, sonra da gece ötüşlerini kesiyordu. Ne var ki, kafesteki bülbülü aşka getirecek, uğruna yarışılacak dişi bülbüller onun bahçesine, onun ağacına uğramıyordu. Belli ki cezbedilecek dişisi olmayan bülbül, şakımaktan vazgeçmişti.
Bülbüle üzüldükçe uykusu daha da kaçan adam, kurumaya yüz tutmuş damarlarından yaşam sevincinin çekilmesine ramak kala, o Nisan, son bir hamleyle kendisini bahçesine verdi. Gözlerinin altı çökmüş, göbeği bülbülü gibi büyümüş, kendi kendine anlattığı hikâyelere bile öfkelenir olmuştu.
Yine de son bir gayret önce dökülmüş yaprakları, ölü çimleri temizledi. Isınmaya yüz tutmuş ıslak toprağı, çapalayıp gübreledi. En güneşli yere, güneye doğru petunya, dibine mine çiçekleri, kadifeler, karanfiller, tam pencerenin önüne de bulutlu bir günde uzun saplı beyaz bir gül dikti. Belki böylece Hint bülbülleri, ardıç kuşları gelip bülbülü kandırır, ötmeye iknâ ederlerdi.
Uzun zamandır işlenmeyen toprak verimliydi. Ilık rüzgârlar ile salınmaya heves eden çiçekler hızla büyüdü. Pencerenin önündeki beyaz gül hepsinden çabuk serpildi. Üç beş tomurcuk birden verdi. Açık pencereden gelen kokular esintiyle içeriye dolduğunda, bülbül hafiften yerinde doğruldu. Sahibinin gözleri önünde, tombul kuş yemeyi içmeyi azalttı, kafesin içinde kanat çırpmaya koyuldu. Gül günden güne, milim milim boynunu uzatıp bülbüle görünmeye, bülbül de ufaktan, unuttuğu ezgileri şakımaya başladı.
Gül uzadı, bülbül şakıdı, adam uzun zamandır özlediği uykulara daldı...
Uyudu, dinlendi. Dinlendi, uyudu...
Sonunda gecelerden bir gece rüyaya bile daldı.
Bülbül ile gül söyleşiyordu.
Gül bülbüle soruyordu:
-Benden ne istiyorsun?
-Seni seviyorum! Şurikkkkkkk, Tsii, Tsii…
-Beni öpmek mi istiyorsun?
-Hayır. Tickkk, ticcck...
-Taze, narin yapraklarıma mı dokunasın var?
-Hayır... Tisss, trik, tirikk...
- Koklamak mı istiyorsun beni?
-Tsiii tişi, bilmem, seviyorum seni...
Rüyadaki bülbül tam o anda kafesin kapısını gagası ile açıyor, vişne ağacının dallarında, sabah olana dek kanat çırpıyordu...
Adam, uzun uykusuz günlerden sonra ilk kez huzurla uyandı. Gül açmış, bülbül gecenin bittiğine aldırmadan daha önce hiç duymadığı nağmelerle şakıyordu...
* Kuşların tüy değiştirme zamanı.
** Bülbül, andelip.