Atma Ziya
Yirmi yıl evvel tam yirmi yaşındayken yine Boğaz köprüsünün aynı noktasına gelip titreyen elleri ile rüzgâra karşı olabilecek en makul şekilde kendine bir tütün sardı. Yaşadığı esrikliği bir tütün miktarı vakti kadar uzatmak arzusunu kendisinden esirgemeyecekti. Tütününü harlamak için rüzgârın boş anını kollarken kafasını kaldırıp şöyle bir baktığında boğaza, hemen birkaç adım yanında genç bir veledi halatların diğer tarafına geçmiş, kendini atmakla atmamak arasında bir zihin mücadelesi ya da zayıflığı içinde buldu. Tam yirmi yıl önce aynı mücadelenin içindeyken kendi de böyleydi ve şimdi kendinden emin, sigarasından sonra kendini atacakken, gördüğü gence ne yakınlık göstermek ne de bağ kurmak niyetinde olmadan yalnızca içgüdüsel belki de ikinci kez intihara kalkışacak antrenmanlı birinden, kendini atmadan önce bir sigara içmenin daha şık bir intihar olacağını söylemek dürtüsüyle:
“Delikanlı,” diye seslendi.
“Sen de kimsin babalık?”
“Az sonra ölecek bir adam diyelim, lakin deminden beri buradayım seni fark etmedim, neyse böyle dalgın anlarım hep oldu, istersen atmadan önce kendini sen de bir sigara yak,” diyerek sardığı tütünü ona uzattı.
Şüpheli tavırlarla halatın berisine gelen genç adamın uzattığı sigarayı alırken:
“Sen de kimsin be adam, ben de seni görmedim,” dedi adama.
“Adım Ziya, fahri arkeoloğum, anlaşılan bu dalgınlıkla buraya kadar, İstanbul trafiğinde ölmeden iyi gelmişiz,” dedi yeniden tütün kesesini çıkarırken ve devam etti söze:
“Bundan yirmi yıl evvel yine buradaydım, kendimi atacaktım, az önce senin durduğun nokta olduğuna yemin edebilirim, her neyse atamadım ama gerisin geri köprüye de çıkamadım, kısılıp kalmıştım o anın içinde, bir yandan anlatılamayacak ölçüde haz alıyordum tenime değen rüzgârdan, aşağı baktığımda oluşan iç devinimlerinden, nasıl anlatsam bir nevi var olma haliydi benim için o an, geri çıkamıyordum ama kendimi de atamıyordum. Bir süre sonra anda da değildim artık rüzgârdaydım, vapurların siren seslerinde titriyordum, martıların kanat çırpışındaydım boğazda, dalgaların coşkusuydum sanki, artık arkamdan bağıranları da duymuyordum.
Sigarasından bir duman alarak devam etti konuşmaya:
“Gözümü açtım hastanedeydim, ben Japon mimarı gibi köprüde şibumi felsefesine ulaşan ilk genç oldum sanırken, o andan istifade etmiş olacak ki kahraman olduğu söylenen biri beni çekip aldığında kendimde değilmişim. Düşündüğü için deli olduğuna hükmettiklerinden midir bilmiyorum, bahçesinde düşünen adam heykeli olan ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde idim. Bir başka cezaevi yaşamı gibi geldi ilk zamanlar gözüme, üstelik o köprüde yaşadığım anı tekrar yaşamak, bir olma ya da var olma hissine yeniden kapılmak için içimde kalan azıcık hevesim de yüksek dozda ilaçlar ve geçen birkaç yıldan sonra, yerini tümden boşluğa bıraktı yeniden. Neyse ki her zaman böyle kötü değildi hastane yıllarım, bolca kitap vardı ve ben yıllar önce köprüde yaşadığım o hissin benzerini yaşıyordum, bazı okuduğum anlarda. Uzun yıllar nasıl geçti anlamadım ama daha çocukken mahallenin imamından dinlediğim hazine hikayeleri ve kaçak kazı atraksiyonları ruhumun büyük bir bölümünü oluşturduğundan, genelde tarihi kaynaklar okurdum. Burada denk geldiğim makalelerin ve kitapların referans ettiği diğer kaynakları da bazen doktorlardan bazen hizmetlilerden dışardan getirmelerini isterdim. Velhasıl sonradan karım olacak doktoru da okuduğum bu kitaplar sayesinde tavladım. İntihar öncesi yaşadığım o esrikliği bir türlü unutamıyordum, beni anlıyorsun değil mi evlat! İşte tam bu yüzden, antik dönem intiharları üzerine büyük bir çalışma yayınladım, ne kadar az intihar vakası ve eseri olsa da, bu eldeki intiharlara yine o dönemlerin feylosoflarının yaklaşımları, bunun üzerine geliştirilen diyalektleri sık sık işleyerek bana bu konuda ilham veren o doktor; -onun deyimine göre, ben onun işini yapmasında ona ilham oluyormuşum- her neyse akademik bir inceleme oluşturdum. Zamanın cilvesi olsa gerek, ilk seferinde bu tarihi eserlerle olan alakam beni esarete mahkûm ederken, sonraki alakam bana amacımı ve kaybettiğimi sandığım tüm yaşamımı geri veriyordu. Neyse eseri tamamladıktan sonra üniversitelerin ilgili kürsülerine gönderdik ve İstanbul Üniversite Arkeoloji Bölümü ‘Fahri Arkeolog’ unvanını, işte böyle aldım. Doktor hanımla -yani Doktor Sevgi ile- olan seanslarımızda artık bunları konuşuyorduk, o da mesleğinin ilk yıllarında hanım hanımcık, heyecanlı, bir o kadar güzel ve seksi bir hanımdı. Ondan etkilenmiştim, onu seviyordum hastaneden ayrılabileceğimi söylediğinde, onu özleyeceğimi söyleme cesaretinde bulundum. Birkaç kez görüştük, onunlayken iyiydim ama onun bir mesleği vardı, o hayatta mevcuttu, ben ise yavaş yavaş kazandığım unvan ile aldığım cüzi miktardaki paramı kütüphanelerde, gezilerde, orda burda entelektüel addedilen bir o kadar boş safsata içinde harcıyordum… O sahte, yapay, var olma hissini harcar gibi… Aklımda hep az önce durduğun şu nokta vardı, orada kısılmıştım sana söyledim. Neyse Doktor Sevgi ile evlilik kararı aldığımızda, bu oyunu ölümüme denk sürdürebilirim sanıyordum, sakın beni yadırgama, onu gerçekten seviyordum ama mayamda diğer insanlardan başka bir şey vardı sanki, artık bunu kavrayabiliyordum! Bu, bizim gibilerin durumunda, tolere edilemeyen gerilim durumu dedikleri şey, ya da ölüme karşı duyulan arzu. Şu raddede cilalamaya gerek duymuyorum evlat! Her neyse! Benim yaşama olan zayıf bağlarım bir süre sonra Sevgi'nin de rahatsız olacağı bir durum oldu, oysaki beni hasta olduğumda seviyordu… Ben yine aynı derecede hayattan ve kendinden tiksinen bir hastaydım ama iyiymişim rolünü herkes kadar iyi oynayabiliyordum! O zaman sorun evlenmiş olmak mıydı? Evlilik aşkı öldürür mü evlat? Aslında benim dururumda evlilik sevgiyi öldürür mü demeliyim, neyse, bu sabah boşandık. Tüm zamanlar için ona teşekkür etmeli miydim! Yine de sanmıyorum. Olması gerektiği yerde sadece roller oynandı ve bak 20 yıllık özlemin sonunda işte buradayım. Parmaklarını yeniden ağzına götürdüğünde çoktan sönmüş sigaranın berbat kokusunu çekti içine bilmem kaçıncı kez, bu sefer fark etmiş olacak ki, göz hizasına kaldırıp elinin tersine döndürerek kontrol etti.
“Hay Allah bu da sönmüş hemen, sahi sen niye burdasın evlat, senin ismin ne bakiyim?” diye sordu, biraz sonra atlamayacakmış gibi sönmüş sigarayı cebine koyarken.
Çocuk, bir uçurumun kenarında, intihardan birkaç dakika öncesinde ne kadar şaşırmış görünebilirse o kadar şaşırmış bir halde:
“Adım Ziya, 14 ay önce tarihi eser kaçakçılığı yapmaktan mahallenin imamı yüzünden girdiğim cezaevinden çıktım,” dedi adama beli belirsiz bir el hareketi ile onu yoklamaya çalışırken. Adam gülümseyerek, “Atma,” diyecek oldu ama buna gerek kalmadan durumu anladı, az önce durduğu noktaya baktı, sıkışıp kaldığı yerdeydi. Gözlerini kapadı.
Hastaneye getirilen 20 yaşındaki intihar vakası henüz uyanmamıştı. Hemşire, üzerinden çıkanları belki bir işe yarar diye doktorun odasına götürmeyi düşündü. Ceketinin iç cebinde, Sisyphos'un Yokuşu adlı eser ve diğer dış cebinden de bir adet sönmüş sigara bulunmuştu. Hasta uyandığında bunları alarak yanına gitti hastanın doktor ve:
“Merhaba beni duyabiliyor musun? Adım Sevgi, iki yıl önce mesleğe başladım ve seninle ben ilgileneceğim. Cebinden bir sönmüş sigara ve bu kitap…” dedi uzatarak.
Biraz kendine gelen Ziya sönmüş sigarayı alıp biraz inceledikten sonra:
“Evlilik aşkı öldürür mü Doktor ya da sevgiyi?” diye sordu hafif gülümsemeyle.
“Sisyphos'un intiharının, yaşadığı döngü olduğunu biliyor muydun,” dedi doktor gülerek...