top of page
Yazı: Blog2 Post

Asansör

Asuman:


Yirmi beş gün önce ameliyat oldu Asuman, yedi gün önce de yoğun bakımdan çıkartıp bu tek kişilik odaya getirdiler onu, refakatçi olarak annesi kalıyor yanında, gözünden yaş hiç eksilmiyor yaşlı kadının. Beş yıl önce kocasını kurban vermişti trafik terörüne şimdi ise kızı, bindiği minibüsün köprüden uçmasıyla bu hale geldi. Yolcuların çoğu öldü kazada, Asuman'ın ölmediğine şükrediyorlardı elbette ama gencecik kız yatağa bağlanıvermişti işte. Boynundan aşağısı tutmuyordu. Yüzünü hissediyordu Asuman, burnunu, gözlerini, saçını taradığı zaman annesi, tarağı hissediyordu ya da alnına bir öpücük kondurduğunda abisi, öpücüğünün ıslağını hissediyordu ama hepsi o kadar. Onları duyabiliyordu, kulakları sağlamdı hatta fazla sağlam çünkü annesiyle abisinin kapının dışında fısır fısır iyileşemeyeceğine dair konuştuklarını da duyuyordu fakat konuşamıyor, gülemiyor, yemek yiyemiyordu. “Sizi duyuyorum,” diyemiyordu yani onlara. Gözlerinden akan birkaç damla yaş yetmiyordu derdini anlatmaya. Annesinin dediğine göre karnından bir delik delmiş midesine bir hortum sokmuşlar oradan besliyorlarmış onu. Ne zaman acıkıyor ne zaman doyuyor farkında bile değildi. Annesi elinde kocaman bir şırınga ve şakacı görünmeye çalıştığı bir ifadeyle başına dikildiğinde anlıyordu yemek vaktinin geldiğini.


“Ben bir kaktüs oldum baba,” diye ağladı bir gece. Buraya yattığından beri ölmüş babasıyla içinden konuşmayı alışkanlık haline getirmişti, “Hiçbir işe yaramayan, dikenli çirkin bir kaktüs. Atsan atamazsın çünkü canlı, koysan koyacak yer bulamazsın öyle gereksiz. Evin en dip odasında kötü bir yere yerleştirir arada bir aklına gelirse su verip kendiliğinden ölmesini beklersin ya, işte öyle bir bitkiyim ben şimdi herkese yük.”


Her ne kadar annesi ikide bir başını okşayıp, “İyileşeceksin kuzum," dese de iyileşemeyeceğini biliyordu Asuman. Söylemişti zaten doktor açık açık, "Geçirdiği kaza omuriliğe çok hasar vermiş, maalesef elimizden fazla bir şey gelmiyor. Fizyoterapi ile belki bir kolunu hareket ettirmesini sağlayabiliriz," demişti kadın. O da üzülüyordu bu gencecik kızın durumuna ama yapılacak şey şimdilik bu kadardı ne yazık ki. Daha yaşı gençti, tıp her gün ilerliyordu, Allah’tan umut kesilmezdi falan filan. Sonuç belli, dün gülüp oynarken bugün yatalak kalıvermişti işte.


Ziyarete gelen akrabalardan biri, “Hep böyle gözleri tavanda yatacak mı? Tüh çok üzüldüm vallahi, keşke oyalanabileceği bir şey olsa,” demiş bu fikir Asuman’ın aklına yatmıştı. Öyle ya böyle ne kadar daha yatacağı belli değildi, kendine acıyıp durmaktan ya da gelenin gidenin acıma dolu bakışlarına ya da sözlerine katlanmaktansa, vücudunun sağlam kalan tek organını, beynini oyalayacak bir aktivite bulmalıydı. Yattığı hastane odasında yatağı oda kapısının karşısındaydı, kapı da koridordaki asansörün. Gri metal asansörün kapsı “tıss” diye bir sesle açılıyor asansör kata geldiğinde ise “çınnn” diye ahenkli bir ses duyuluyordu. Başını kımıldatamadığından, başka yöne bakma şansı olmayan Asuman, asansöre inip binenleri incelemeye başladı. Beynini oyalayacak düşüncelerini kendinden uzaklaştırabileceği bir alan bulmuştu işte. Hem asansördeki insanlara baktıkça annesinin hıçkırıklarını da duymaz olmuştu.


Sabahın beşinde temizlik işçileri geliyorlardı. Asansörün “çınn” diye katta durduğunu belli eden sesi ile gözlerini açtı yatalak genç kız. Metal kapının “tısss” diye iki yana açılmasıyla farklı yaşlarda üç kadın indi içinden. Biri hastane odasının aralık kapısından Asuman'a doğru baktı, gözleri karşılaştı. Gözleriyle gülümsedi ona hasta kız, kadın da ona gülümsedi.

“Nuran olmalı ismi,” diye düşündü Asuman, bu ismin nereden aklına geldiğini bilmiyordu ama Nuran demek gelmişti içinden birden. Kadının içtenlikle gülümseyen aydınlık yüzüydü belki de ona bu ismi takmasına neden olan şey. Annesi yatağının yanındaki çekyatta hâlâ uyuyordu. Onu göremiyordu ama düzenli nefes seslerinden anlıyordu. Sessizliği fırsat bilip otuzlu yaşlarında görünen temizlikçi kadınla ilgili bir hayat hikâyesi düşlemeye başladı.


Nuran:


Âdem' le evleneli tam sekiz yıl olmuştu. Sekiz yıla biri kız üç çocuk, bir de öde öde bitmez ev borcu sığdırmışlardı. O borç yüzünden çalışıyordu Nuran, yoksa çok da meraklı değildi hastanede temizlikçi olmaya. Çocuklarının en büyüğü kızı Merve bu sene üçüncü sınıfa gidecekti. Soyunma odasına doğru yürürken, “Okutacağım onu,” dedi kendi kendine, buradaki kadın doktorlardan nesi eksikti kızının, akılda yarışa girse hepsini geçerdi. Şimdiden okul birincisiydi Merve'si, "Dilek Hoca gibi olacak benim kızım. Ne doktorum diye övünecek ne okumuşum diye gerinecek, aynı onun gibi insan olacaktı, insan!” Geçen yıl Âdem hastalandığında eğer o Doktor Dilek olmasa halleri haraptı. Dört yıldır çalıştığı şu koca hastanede bir o ilgilenmişti Âdem'in beliyle, hastaneye yatırmış fizik tedavi yaptırmıştı, sayesinde iyi oldu kocası. Bak yine, nasıl çalışıyor inşaatlarda sağlam sağlam. Dilek Hoca gibi olsun inşallah kızı hem iyi doktor hem güler yüzlü. Ortanca oğlu daha bu yıl başlayacaktı okula, nasıl heyecanlı yaramaz. O da mühendis çıkar bakarsın? Ooh! Ne güzel olur vallahi, çocukların biri doktor biri mühendis, Âdem’le ikisinin sırtları yere gelmez artık. Küçük, daha bebek sayılır, minik Burak'ını hatırlayınca yüzü güldü kadının, “Ne yaramaz olacak o, kök söktürecek bize,” dedi yüksek sesle sonra kendi kendine konuştuğunu fark edip utangaç bir gülümsemeyle kafasını salladı.


“Çabuk olun hanımlar! Şimdi gelir Songül Hemşire,” diye uyaran arkadaşının sesiyle daldığı hayallerinden uyandı, telaşlı hareketlerle önlüğünü giyip başına önlüğüyle bir örnek eşarpla takke arası başlığını taktı. Her şey iyiydi hoştu da bu başlığı sevmiyordu Nuran. Bu senenin modasıydı bu, yeni gelen müdürün icadı. Aceleyle temizlik malzemelerinin bulunduğu dolaptan dezenfektan dolu bidonu aldı kovaya boşalttı. En baştaki odadan başlayarak bütün odaları paspasladı. Kızım bir doktor çıksın buralarda doktor anasıyım diye gerim gerim gerinecem, diye gülümsedi, hayali bile güzeldi koridoru hızlı hızlı silmeye başladı tam doktorların odasının önüne gelmişti ki kapı aniden açılıverdi. İçeriden Doktor Dilek Hanım çıktı.


“Nuran’cığım ben de seni arıyordum,” dedi onu görür görmez. Merakla yüzüne bakan kadına gülümseyerek devam etti, “Benim çocukların okulu bu sene burslu öğrenci alıyor. Ben senin kızını önerdim ama sizin onayınız olmadan olmaz tabii. Ne dersin gitsin mi bizimkilerin okuluna?"


Utanmasa boynuna sarılır bir güzel öperdi bu kadını şimdi Nuran, “Elbette Dilek Hocam ne demek, seve seve göndeririz. Siz bize böyle bir iyilik yapacaksınız da biz göndermez olur muyuz hiç. Valla çok akıllıdır benim kızım sizi hiç mahcup etmez,” dedi sevinçle. “Biliyorum geçen yıl okul birincisi olduğu için önerdim zaten,” dedi yine gülümseyerek Doktor, “Tamam o zaman ben izinliyim yarın, sen de izin al. Çocukla birlikte okula gelin işlemleri yaptıralım.”


Bütün gün ağzı kulaklarında gezdi Nuran, kızı gerçekten doktor olacaktı galiba. Şimdiden doktor çocuklarının okuluna yazılmıştı. “Allah’ım sen ne büyüksün, sana şükürler olsun,” diye şükrede şükrede çalıştı o gün.


Kurduğu hayal sanki birisi ona anlatıyormuş gibi bir etki yapmıştı Asuman’da. Gözleri yavaş yavaş kapandı uyuyakaldı. Hastane sabahının telaşında çoktan uyanıp güne başlamış olan annesi şaşırdı. Kazadan beri doğru dürüst uyumayan kızı şimdi derin bir uykudaydı. Sevindi anne yüreğiyle, “Dinlenir belki kim bilir,” dedi yatağın yanındaki çekyata ayağını uzatırken.


Ferhunde:


Saat dörtte mesaileri bitmişti. Temizlik işçileri, asansörün başına toplanıp düğmesine bastılar. Asuman'ın Nuran diye ad taktığı Ferhunde, felçli kızın odasına baktı, kapısı kapalıydı. “Allah şifa versin,” dedi içinden, en çok annesine acıyordu. İnsanın evladının hastalığını görmesi kadar zor bir şey yoktu. İyi bilirdi bu duyguyu Ferhunde, sekiz yaşındaki kızı küçükken geçirdiği menenjit hastalığından sonra düzelememiş aklı gerilemiş adeta yeniden bebek olmuştu. Doğru dürüst konuşamıyor yürüyemiyordu ama evladıydı işte canı ciğeriydi. Normal olsa şimdi üçüncü sınıfa gidiyor olacaktı. Kim bilir belki de okuyup doktor olurdu. Hep özenirdi doktorlara Ferhunde ama kader işte bu garip hallerinde onları bulmuştu hastalık. Bir daha çocuğu olmamıştı Ferhunde’nin. Bütün vaktini hasta kızının bakımına harcaması, kocasıyla da aralarının bozulmasına sebep oldu. Kızının hastalığından iki sene sonra bir gün evden çıktı adam ve bir daha dönmedi. Aylar sonra boşanma davası açtığını öğrendi Ferhunde. Onurlu kadındı kendisini terk eden adamın yüzüne bile bakmazdı artık. İlk celsede boşandılar, çocuğun velayetini anneye verdi mahkeme. Onurunu kurtarmıştı ama nasıl geçinecekti. Sonunda çaresiz annesinin yanına taşındı. Araya eş dost koyup zar zor bu işe girdi. Üvey babasının nereye gittiğine aldırmadığı laf sokmaları olmasa, daha kolay olacaktı fakat en azından annesi, o çalışırken bakıyordu kızına. Kızı için her şeye katlanırdı. Gözünden süzülen yaşları eşarbının ucuyla sildi. Asansörden inip kendi dünyasına yürüdü.

***

Bir gürültüyle uyandı Asuman. Bir an içi çekilir gibi oldu sonra düzeldi. Bir kargaşa vardı asansörün önünde, hastabakıcı tekerlekli sandalyede bir adamı asansörden çıkartmaya çalışırken birileri de binmeye çalışıyordu. “Ya Hu, hasta bir çıksın da binersiniz,” diye bağırdı başka bir adam, itiş kakış arasında asansörün içinden kalın sesli bir kadın, “Nereye geldik biz, kaçıncı kat burası?” diye adeta bağırarak indi. Kadının şişmanlığına hayretle baktı Asuman. Beli lastikli polyester kumaştan etek, kadının kalçalarının üzerinde gerilmiş üstündeki fosforlu mor bluz ise neon ışıkları gibi parlıyordu. Altmışının üzerinde olmalıydı, başındaki yazmadan bozma eşarbın önünden kızıl beyaz saçları çıkmış -belli ki kınalı-, onlar da yüzüne yapışmıştı. Panikle etrafına bakınırken Asuman’ı gördü. Anlamsız bir bakış attı ona. İçeriden bir adam, “Teyze sen neden indin ya, beşinci kata çıkcan sen, bin çabuk,” diye bağırdı. Şişman kadın aynı panikle elindeki poşeti sürükleyerek tekrar bindi asansöre. Metal kapı kapandı ve asansör hareket etti. İçinden insanların, “Dur teyze, ne yapıyorsun, ayağıma bastın, aay ittirmesene,” diye cıyaklayan sesleriyle doluluktan gıcırdayarak yukarı yollandı.


Asuman, “Bu teyzenin de adı Naciye olsun,” dedi. Terini silmek için alnını ıslak bezle silen annesi, kızının gözlerinde ilk defa neşeye benzer bir anlam gördü.


Naciye:


Asansör beşinci katta durunca “tıss” diye açıldı kapısı, içinden adeta yuvarlanarak çıktı Naciye.


“Nerde benim oğlum? Fırat’ım nerde?” diye kalın sesiyle bağırarak koridorda yürümeye başladı. Kadının sesi o kadar kalın ve gürdü ki koridordaki bütün kapılar, “Ne oluyor?” diye merakla açıldı. Odaların birinden kot pantolonlu incecik bir kız fırladı, “Anne sus bağırma, buradayız!” diye kadına doğru koştu. Naciye hâlâ “Oğlum nerde?” diye feryat ederken, kızıyla birlikte bir odaya girdiler. Üç kişilik odanın kapıya en yakın yatağında, ayağında alçı, yatıyordu Fırat. Meşhur bir fastfood firmasının motosikletli dağıtım elemanıydı. Hamburgerleri şirketin taahhütte bulunduğu yarım saat içinde müşteriye ulaştırmak için motosikletle hız yaparken, önüne çıkan bir kedi yüzünden dengesini kaybetmiş ve devrilmişti. Motosikletin altında kalan bacağı iki yerinden kırılmış, kırığın birine platin takılması gerektiğinden ameliyat olmuştu.


“Korkulacak bir şey yok anneciğim. Panik yapma,” dedi kızı, bir yandan da bir şey aranır gibi etrafına bakınıyordu, “Yalnız mı geldin? Babam nerede?" diye sordu sonunda.


“Ah benim aslan oğlum ne oluverdi sana böyle. Çok canın acıdı mı yavrum," sözleriyle yatakta yatan oğlunu okşamakta olan şişman kadın, odanın kapısına doğru bakıp, “Bilmem,” dedi. “Arkamdan geliyordu. Bana bak!” dedi birden Naciye, “Bu ameliyatı sigorta ödüyor mu? Eyvah oğlum rehin mi kalacak hastanede, senet mi imzalatacaklar bize, Fırat’ımı da işten atarlar şimdi," yeniden feryat edecek bir konu bulmuştu, iştahla ağlamaya başladı.


“Uf! Anne nereden çıkarıyorsun bunları," dedi kızı bıkkınlıkla. “Sigorta karşılıyor, ayrıca Fırat'ın çalıştığı şirket de bütün masrafları ödeyecek çünkü oğlun bu kazada suçsuz. Önüne kedi çıkmış, ezmemek için sağa kırmış, o sırada dengesini kaybedip düşmüş. Motora falan bir şey olmamış hepsini sokaktaki kameradan görmüşler. Ne işten atması, Fırat'ın patronu kedileri çok severmiş, bir kediyi ezmemek için canını tehlikeye attı diye ikramiye verecekmiş daha kardeşime. Ben babamı bir arayayım. Odayı mı bulamadı ne?”


Genç kız babasını aramaya çalışırken koridordan, Ankara’nın Bağları türküsünün hareketli ezgileri duyuldu. Ufak tefek, zayıf bir adam elindeki telefonu kapatmaya uğraşarak girdi odadan içeri. Nefes nefese kalmıştı, kafasındaki yana taranmış üç beş seyrek tel, terden sırılsıklam olmuş, öyle ki teri eski model kruvaze takım elbisesinin sırtına çıkmıştı. “Oh! Nihayet buldum sizi!” diyerek oğlunun yatağına oturur gibi dayandı. “Fırat nasıl?” sorusunun cevabını annesine anlattıklarının kısa bir özetiyle verdi kızı sonra da, “Baba, nerdeydin? Merak ettim seni," diye sordu. Adamcağız kuruyan dudaklarını birkaç kez yalayarak ıslattıktan sonra cevapladı, “Annen o kadar hızlı yürüdü ki onu gözden kaybettim sonra da bir daha bulamadım. Sizi bulmak için bütün hastaneyi dolaştım.”


Kızı inanmaz gözlerle baktı babasına, “Pes vallahi annemi mi gözden kaybettin baba? Annemi, bu fosforlu bluzuyla?” deyip kahkahayı bastı.


“Ne varmış kız bluzumda onu bana baban aldı, bu bedeni bulana kadar bütün tezgâhı indirdik. Pazarcı dövüyordu az kalsın beni, pazarın çıkışına kadar kovaladı, baban beni arkasına sakladı da, görmedi aptal döndü gitti.”