YARA
Bu ağaçlar benim değil. Herkesin üzerine giydiği bu beyazlık gerçek değil. Aklımızı, evrenin kara deliklerine kadar kovaladığımız bir insan deposu burası. Doktorlar yaralarımıza iyi gelemez. Salonlara çıkan koridorlar, koridorlardan varılan salonlar, tahammülümü zorladıklarında kendimi C Kapısından çıkılan bu iç avluya dar atıyorum. Muntazam budanmış, nefesini tutan kübik bir taflana sırtımı veriyor, banka oturuyorum. Hemen yanı başımda bir çınar. Bana iyi geliyor. Benim ağacım değil, ama yaprakları benziyor. Gövdesinde yaralarımı sürebileceğim kesikler yok, ama gölgesi ruhumdaki koşuyu yatıştırıyor. Birbirimize alıştık sanırım. Doktorum da beni burada görmeyi kabul ediyor artık. Avlunun etrafını saran yüksek duvarlar terliyor. Duvarların üzerindeki sarmaşıklar yokuş yukarı tırmanıyormuş da yolda vurulmuş askerler gibi, baş aşağı.
“Dalmışsın Hekim?” “Doktor Bey, geldiğinizi duymadım. Orman evinde çayı demlemişlerdir, diyordum kendi kendime. Hatice Ana odun ateşinde pişi kızartmıştır. Yanına peyniri iple kesmiştir. Hiç üşenmez, kocası öyle sever çünkü. Sığla işçisi Şaban Dayı, peyniri dağılmış sevmez.” Gülümseyerek dinliyor beni. Ah, gencecik bir çocuk bu doktor. Burada ne yapar? Böyle hastane koridorlarında gençleşilmiyor Doktor Metin. İnsana orman lazım. Ben bari oyalamayayım seni. Buradan salıverilmenin zamanı artık. Ağaçlarıma gideyim. “Kızıllatma vaktidir.” diyorum. “Kızıl?” “Kızıllatma Doktor Bey. Kabuk sıyırma yani. Köylü yara da der. Mart oldu, sığlada yara açma zamanıdır.” “Bu yaralar ağaca zarar mı verir, seni üzen bu mudur Hekim? O gün olanlar açısından yani?” Doktor Metin, İstanbullu. O kolej senin, bu kolej benim. Derken bir özel üniversitede tıp fakültesi. Sıtkı Koçman Üniversite Hastanesi’nde psikiyatri uzmanlığı, sonra kalmış buralarda. Köyünü, ormanını ne bilsin, Muğla Bodrum’dur, Marmaris’tir onun için, tekne, deniz ve her şey dahil tatil. Gayretli görünür ama. Samimi bir yanı var. Anlamak istiyor, sağ olsun. Dr. Kerim’e kalsa, “Bipolar!” deyip yakmıştı memuriyetimi, ormanımı. Otuz yedi yaşında Orman Şefliğinden malulen emekli bir deli olacaktım. Sağ olsun Dr. Metin, “Teşhis için zaman gerek, anlamak gerek. Senin viziten fazlasıyla dolu, ben alayım bu hastayı,” demiş Dr. Kerim’e. Ağabeyim, Nurgül Hemşire’den öğrenmiş. Nurgül Hemşire ve ağabeyim. Ne güzel sevda onlarınki.
“Yok, ağaca zarar vermez Doktor Bey. Bilakis, çalıştırır ağacı. Sığla öyle hizmet eder insana, hayvana.” Anlamadı. İyi ya, anlatma zamanı. “O kesilen yerlerini onarmak ister sığla, reçinesini salar. Sığla yağının özü işte bu reçinedir. Mart gibi ağaçların kabuklarında yaralar açarız. Ağacın saldığı damla damla reçine Haziran’da artık bir katman olur yaraların üzerinde. Bu katmanın altında ağacın gövdesi iyileşir. Biz de katmanı kazır alırız. Süzer, havuzlarda biriktiririz. Çok şifalıdır. Açık yaraları, egzamayı, sedefi, mide hastalıklarını falan iyi eder.” “İlaç sanayisinin hammaddesi yani özetle,” dedi, başını salladı. Güzel, işte konuşuyoruz. “Şehirde, ilk zamanlarımdı, ihtisasta yeniydim. Uyumlanmak zor. İstanbullu züppe yeni mezun bir doktorum buradakilere göre.” Bakışlarını terleyen duvara çevirdi Dr. Metin, “Gülümsemek zor, yani bir yerden sonra.” Durakladı, bana döndü, dinliyor muyum diye baktı, anlatan hangimiz olmalı diye mi düşündü? “Bir perşembeydi, başhekim canımı sıkmış biraz. Mesai bitimi çıktım. Atladım arabaya, civarda gezeyim dedim. Akşamüzeri bir köye vardım. Köy meydanında ateş yanıyordu yaz günü. Muhteşem bir koku, köylü sessizce oturuyor. Meğer cenazenin ardından sığla yongası yakıyorlarmış. Ölenin ruhu hemen öbür tarafa varsın, huzur bulsun diye. İlginç gelmişti.” “Öyledir,” dedim. “Müslüman coğrafya ama hâlâ Neolitik çağ adetleri. Bir de, geliola da gitmiola, ondan yakıoz, der köylü.” Gülüyor içtenlikle, gülüyoruz.
Bak, gördün mü Dr. Metin, öfke kontrolü değil sorunum. O gün nasıl çığırından çıktı işler. Çoban’ın inlemesi mi? Göğsünün, koca gökyüzünü içine almış gibi şişip inmesi mi? Yerde, sırt üstü düşmüş, gözlerini ağaca dikmiş o yalvaran hali. Karnından ağacın dibine dökülen bağırsakları. Amir söyleniyor, ayaklarına bulaşmış hayvanın kanı, organı, ağaçtan yaprakları yolup yolup siliyor ayakkabısını. Şaban Dayı koca bir dal kapmış koşuyor Çoban’a, yapraklarla birlikte ellerini basıyor yarasına. Ağlıyor, “Sırtında pire yarası vardı, ağaca sürünüyordu iyi etsin diye, ormanın sığlası bu, onun vazifesidir herkesi iyi etmek Amir Şef.” Amir gürlüyor, “Reçineyi mundar ediyordu pire torbası, sana kaç kere tembih ettim salma bunu diye!” Orman işçileri sinmiş, kirli elleri yüzlerinde, ağızlarında, diz çökmüş, geri çekilmişler. Sabahın ilk saatleri. Bağırıyor Amir, “Kaytarmaya yer aramayın, temizleyin bu pisliği, sonra işinizin başına!”
Oysa ne güzel sabahtı. Hatice Ana sıcak bazlama arası peyniri elime tutuşturmuştu, ayaküstü bir bardak demli çayla yuvarlamıştım. Hava şerbet. Amir’in hırgürlerinin hiçbirini getirmemiştim yanımda. Kapıdan girdim. Ormanın kapısından; ön sırada başlarını birbirine eğmiş iki sığla arasından girdin mi başlar orman. İki sevgili gibi buyur ederler içeri. İşte tam aralarından girdim, Çoban kardeşim yerde. Çocukların gözünden nasıl akar uyku, öyle akıyor acısı bakışlarından. Derin bir esneme gibi, yarı aralık ağzından dökülen iniltiler. Elim ayağım kıpırdamıyor. Çobanın ağzından içeri, boğazına, o karanlık boşluğa düşüyorum. Kararıyor orman. Sonrasında olan her şey sağda solda kıpırdanan gölgeler gibi.
Ozan, bir laf edecek oluyor. Amir’in gözlerindeki öfke donduruyor orman işçisi Ozan’ın sözlerini. Öyle ya, kabahatiyle oturmalı Ozan. Karısı doğumda ölünce, Ozan kendi başına büyütmek zorunda kalmıştı oğlunu. Ormanda, babasıyla büyüdü oğlancık bu yaşa. Okuldan çıkar akşamüzeri, orman evine gelir. Açar defterini, dersini çalışır küçümen. Hatice Ana önüne birkaç lokma koyar, ne varsa. Mesai bitince ormanın servisine binip evlerine gider baba oğul. Amir Şef geldi geleli mesele etti bunu. Onu, büyüklerimiz uygun gördüler, giriverdi bir sabah hayatımıza. İlk derdi Ozan’ın öksüzü oldu. Ormancılık ciddi işmiş, kimse çocuk bakıcılığı yapamazmış burada. Hatice Ana’ya iş kesiyormuş oğlan. Ortalığa yetişemez olmuş kadın. Üstelik ormanın işçilik iaşesine ortak oluyormuş velet, yemeler içmeler, servisi kullanmalar. Bir anlattım, bir yutkundum, bir daha anlattım. Yok. Amir, boynumu büktü attı Ozan’ın karşısında. Hatice Ana sağ olsun yetişti müşkülüme. “Benim yeğen yakın oturur Ozanlara,” dedi. “Okuldan sonra dönsün küçük oğlan evine, Songül Yeğen gider gelir, bakar çocuğa, Ozan eve varıncaya kadar ilgilenir.” Ozan ses etmedi. Ne yapsın? O gün bugün idare eder oldular, ama bir kere düştü Amir’in karanlık aklına. Gözünün üstünde kaş vardan birkaç posta azar istihkakı olur her gün. Bazısını görür, “Ben dedim de ondan öyle yaptı,” der üzerime alırım. Bazısına yetişemem, oğlanın onurunu kırar. Ama Ozan başka bir iş bilmez. Tek başına bir baba. Gelip şikâyet etmez. Bilir, elimden gelen bu.
Ardıç, Çoban’a eğildi o sıra, gözlerini kapadı hayvanın. Sevdi yüzünü. “Şaban Dayı, hadi,” dedi. Kaldırdılar hayvanı yerden, el arabasına yerleştirdiler. Amir, bu defa Ardıç’a patlattı gözlerini, “Ortalık yere gömeyim demeyin itinizi, götürün atın uzağa bir yere!” Ziraatçı Ardıç el arabasını kaldırdı. Yedi yıldan fazladır ormanda. Zootekni mezunu. Okuldan hemen sonra özel bir balık çiftliğinde çalışmaya başlamış. Amir’den beter olmasın, Muğla’nın küçük dağlarını kendi dikti sanan çiftlik müdürü huzur vermeyince Orman Bölge’ye başvurmuş. O gün bugün birlikteyiz. Vazifesi orman zararlılarının ıslahı. Otuz küsur çeşit böceği, sığla ağaçlarına astığı yarasa evleriyle dize getirdi, ama Amir’in patlayan bakışlarına ne yapabilir? Balık çiftliğinin müdürü Amir’in has dostu olurmuş meğer. Amir hiç iyi şeyler duymazmış ondan Ardıç için. “Ben memnunum işinden.” derim her seferinde. “Ormanın zararlısını ilaç, kimyasal kullanmadan, doğal yollarla dize getirir. Sinek dahi olmaz.” Ama Amir dinlemez, gözünün belermiş beyazını çocuğun üstünden ayırmaz. Ne yapsın Ardıç, içinde Çoban, el arabasını ormanın öte yanına doğru sürdü.
Sekiz yıl oldu ormanda Doktor. Bu ekibi kurmak, bir arada tutmak kolay mı? Mevsimlik işçilerimiz bile aynıdır her sene. İnsanız. Huyumuz çeşit çeşit. Atarı olan tutarı olan, derdi olup dermanı olmayan. Ama tek bir hırgürümüz olmadı bu yıla kadar. Yüz kilo kabuktan yirmi kilo yağ çıkar doktor. Biz geçen yazın sonunda bir tona yakın sığla yağı ürettik birlikte. Rahmetli babam arıcıydı köyde. Kovana ondan korkusuz, ondan şefkatli gireni olmazdı bal hasadında. “Sen iyiysen herkes iyi evlat,” derdi. Dünya bu. Her şey olur. Amir bir sabah, “Patronunuz benim bundan böyle!” diye girince kapıdan, onu tanıdık, buyur ettik elbette içimize. Ama her sabah kapısını tekmeleyerek açtığı orman evinde huzurumuz kalmadı. Mart olmadan, kızıllatma başlayıp üretim hızlanmadan alışalım birbirimize istedim. Onu saydığımızı bilsin, ama ekibi de hor görmesin ki elimiz iş tutsun. Yaz sonuna kadar iş öyle çok ki. Ozan’ın oğlana çare buldum, emin ellere verdim, Ozan’ı da gözden uzak tutayım başına bir hal gelmesin diye uğraştım. Ardıç’a, işinde gücünde kal diye tembih ettim. Olmadı. Her gün bir vaka. Bir sabah geldim, Amir bu defa tokadı basmış Şaban Dayı’ya. Çobanı salmış ormanın içine diye. Orman evinden atmakla tehdit etmiş adamı. “Beleş yatak yok artık!” demiş. Oysa Şaban Dayı yıllardır ormanın kadrolu bekçisi. Onun da karısının da kanuni hakkı o kulübede yaşamak. Koca adam bunu diyemez, sessiz sessiz ağlar bir sığlanın dibinde. Neleri idare ettim doktor. Ama o sabah, Amir’i elinde av tüfeğiyle, Çoban’ı sığlanın dibinde dökülmüş karnının acısıyla sırt üstü yatar gördüm. Benim de karnım yarıldı orada. Ne dedim, ne yaptım, hatırlamıyorum. Çok acıyordu, her yerim acıyordu, üstümü başımı yırta yırta koşuyordum. Vardım, bir sığlaya sarıldım ağlayarak.
Nice sonra gözlerim yandı. “Işığa bak!” diyordu biri. Bir diğeri kollarımı ağaçtan ayırmaya çalışıyordu. Üşüyordum. Öbürü beyaz bir örtü sarıyordu çıplak bedenime. Bir başkası sedyeye yatırmaya uğraşıyordu. Amir, polisle konuşuyordu ötede, “İlk gün anladım akli dengesinin yerinde olmadığını ama ekmeğine mâni olmak istemedim memur bey. Çırçıplak, ağaçlara şey edeceğini bilemedim.” Ozan’ı gördüm başucumda. Yüzümü reçineden kararmış ellerinin içine aldı. Gülümsedi, “İyisin şefim,” dedi, “Sen iyiysen, hepimiz iyi.”