top of page
Yazı: Blog2 Post

UMUT


Okullar açılacağı için çok heyecanlıydım. Koca bir yaz boyunca çobanlık yapmış, hayvanları gezdirmiştik ağabeyim Yusuf'la. Muhtar Veli geçen seneki öğretmenin tayini çıktığını duyurunca çok üzülmüştüm. Okulu çok seviyordum. Derme çatma bir binaydı. Köyün biraz dışında, Derenli Tepe'sindeydi. Hatta kışın çoğu zaman yol kapanır ve okula gidemezdik. Babam, dedem hatta tüm köylü, çok da umursamıyorlardı okulu. Günlerinin çoğunu kahvehanede geçiriyorlardı. Kadınlar zaten evden sadece tarlaya gitmek ve çamaşır yıkamak için çıkarlardı. Hayvanlara bakacak birileri lazımdı. Okulu bu yüzden sevmiyorlardı. Hani Atilla Komutan olmasa zaten göndermezlerdi bizi ya. Şimdi öğretmenin tayini çıkınca da iyiden iyiye sevinmişlerdi.


Bir köşede kıvrılıp oturmuş, yerde tek sıra halinde giden karıncalara bakakalmıştım. Karıncalar da okula gider miydi? Nasıl bu kadar düzenli olabiliyorlardı. Aynı yoldan kimi geliyor, kimi gidiyordu, belli ki bir amaçları vardı. Belki de hayalleri... Hayal kurmak ne güzel şeydi...


Babamın sesiyle irkildim.

-Yeni muallim gelene kadar kar yağar, ondan sonra da 2 ay yollar kapanır zaten. Nerden başımıza bela ettiler bu mektebi.

-Öyle deme Bey! Oğlan okumayı öğrendi, fena mı olur okusa, büyük adam olsa? Zaten kızları okutmadın. Bari bu oğlan okusun.

-Çene etme Zeliha!

-Etmem, 20 senedir hangi gün ettim ki.

-Sus be kadın, darlama beni. Mustafa! Kalk gaz lambasını getir, hava kararır birazdan.


Köyümüzde elektrik yoktu. Su şebekemiz de yoktu. Doğal sarnıçlarımız vardı. Yağmur suyu sarnıçları doldurur, biz de kova sallandırır suyumuzu alırdık. Tuvalet yoktu. Tüm dağ, taş ahalinin ortak tuvaletiydi. On yaşında bir çocuktum. Köyün, köylünün halinden ben bile rahatsızdım, ama onlar gayet memnunlardı hayatlarından. Tembellikten olsa gerek, kimse ne kendisi için, ne köy için parmağını bile oynatmıyordu. Kadınlar sürekli çalışıyor, erkekler mecbur kalmadıkça kahvehaneden çıkmıyordu. Son bir iki yıldır toprağın verimi de azalmıştı. Köylü fakirleşiyordu. İşin ilginç yanı bunun için toprağı suçluyor, iklime kızıyor, dile getirmeye korksalar da aslında Allah'a isyan ediyorlardı.


Kış kapıya dayanmıştı. Evde vakit buldukça, gizli saklı, Fikret öğretmenimin bende kalan kitaplarını okuyordum. O gece doğum günümdü. Köyde doğum günü filan bilinmezdi. Bir tek ben miydim bilmiyorum, kimsenin kafa yormadığı şeylere kafa yoran, kimsenin hissetmediklerini hisseden. Gece yatağa girince dilek tuttum. "Onlar da benim gibi düşünebilsin, hissedebilsin, hayal kurabilsin," dedim içimden.


Sabah olmuştu, Hüseyin Emmi'nin minibüsü korna çalarak geliyordu. Kahvehanenin önünde durdu. Elinde zor taşıdığı bavulu ile genç bir kız indi. Ablam Fevziye'den bir kaç yaş büyüktü ancak. Simsiyah saçları belik belik örgülüydü. Bizim evin dışında bir kadının saçlarını ilk defa görüyordum. Soğuktan üşümüş elini kaldırarak "Merhaba," dedi. Kimseden ses yoktu. Öyle şaşkınlardı ki. Genç bir kız, tek başına, köyün dolmuşundan iniyor, kahvehanenin önünde, erkeklere "Merhaba," diyordu. Fikret öğretmenin verdiği kitapta bahsedilen uçan ejderha gökten inse, sanırım daha az şaşıracaklardı.

-Türkçe bilen yok mu? Merhaba…

-Sen kimsin bacım.

-Ben köyünüzün yeni öğretmeni, Zuhal Oktay. Ya siz kimsiniz?

-Ben de Muhtar Veli.

-Adınız Muhtar, soyadınız mı Veli?

-Yok canım, ben köy muhtarıyım, adım Veli, soyadım Gerekli. Her köye bir muhtar gerekli nitekim, ehehe.

-Memnun oldum muhtar. Yalnız görünen o ki bu köye çok daha fazlası gerekli. Hadi hayırlısı. Halledeceğiz.

Ahali fısıldaştı, "Ne dedi o, neyi halledecekmiş, kötü bir şey mi dedi Muhtar?" Kalabalığın arasında öylece onu izlemiştim. İçim ısınmıştı. Gözlerinden çıkan ateş miydi içimi ısıtan, yüzündeki gülümseme mi, kendinden emin tavrı mı bilmiyorum. Ama ne ben ne de ahali, böyle birini hele de böyle bir kadını hiç görmemiştik.


Ertesi gün köylüyü kahvehanede toplayalım diye muhtarla haber gönderdi Zuhal öğretmen. Sanki beni çağırıyormuş gibi koşa koşa gittim. Hemen hemen herkes de gelmişti. Zuhal öğretmen sobanın yanında duruyordu. Ve yine herkesin şaşkın bakışları altındaydı.

-Ee niye herkes gelmedi?

-Hepimiz bu kadarız muallim hanım.

-Nasıl yani Muhtar, bu köyde hiç kadın, kız yok mu? Şu çocukları kendi kendinize mi doğurdunuz?

-Tövbe tövbee… Yahu var tabi hepimizin karısı kızı da, ne işi var onların burada?

-Nerede işleri var Muhtar?

-Tarlada, evde, mutfakta ne bileyim, çayda çamaşırda... Sen bize de ne diyeceksen..

-Sizinle çok işimiz var, ama olsun. Dedim ya, halledeceğiz.


O gün tüm köy çocuklarının isimlerini aldı, bir kâğıda yazdı. Kız çocuklarının isimlerini söylemek istemediler. Ama karşılarında pes etmeye çok da hevesli olmayan biri vardı. Komutan Atilla'ya da haber salmıştı bile. Birazdan komutan yanında iki jandarma ile geliverdi. Köylü jandarmadan da, komutandan da çekinirdi. Mecburen tüm çocukların isimlerini verdiler. Kızlar dahil.

-Bakın, bundan önce çocuklarınızı okula göndermemek için elinizden geleni yaptınız. Benim de işim başımdan aşkın, ilgilenemedim. Yoksa sizi yola getirmeyi bildirdim ya! Şimdi bu hevesli hanımefendiye yardımcı olacaksınız. Yahu neden anlamıyorsunuz? Derdimiz çocuklarınızın geleceği, sizlerin insanca yaşaması.

-Komutanım, tamam iyi de kar yağdı, okul tepede, çıkılmaz bu vakit. Muallim Hanım ne yapacak şimdi?

-Merak etmeyin yolu yarın açtıracağım, sizlere de malzeme vereceğiz, yol kapanmasın diye sırayla çalışacaksınız orada. Ha bu arada, çocuğunu okula yollamayan soluğu savcılıkta alır, haberiniz olsun. Hadi öğretmenim size kolay gelsin. Muhtar! Öğretmeni lojmana yerleştirin, sobasını da kurun!

-Tabi komutanım, tabi, selametle..


Zuhal öğretmenin gözlerindeki parıltı yüreğimi aydınlatıyordu. Ertesi gün yol açıldı ve okula başladık. Artık kız çocukları da geliyordu okula. Öğretmenimiz okuma bilenler ve bilmeyenler olarak, bir de 9 yaşından küçük ve büyükler olarak ayırdı bizi. Her grupla ayrı ayrı ilgileniyordu. Kızlı erkekli hemen hemen herkes okuma yazma öğrenmişti.


Karlar erimiş, bahar gelmişti. Biz okulda olduğumuzdan köyün erkekleri mecburen ya hayvanları güdüyor, ya da tarlada çalışıyorlardı. Zuhal öğretmen, tüm inatlarına rağmen köylüyle iletişim kurmaya kararlıydı. Bir gün muhtarı yanına alıp şehre gitti. O gün okula gitmedik ama bize dağıttığı kitapları okumuştuk evde. Akşama kadar gelmediler. Gözlerim yoldaydı. Zuhal öğretmen neden dönmemişti? Yoksa onun da mı tayini çıkacaktı? O da giderse büsbütün kararacaktı dünyam. Pencere kenarına kollarımı katlamış, üzerine başımı yaslamış, umutsuzca dışarıya bakarken, yaklaşan minibüsün farlarını gördüm. Yalın ayak dışarı koştum. Geri dönmüşlerdi. Muhtar sevinçle koşarak kahvehaneye girdi. Akşam babam eve gelince anlattı. Zuhal öğretmen şehri birbirine katmış. Belediye başkanı, kaymakam derken kapısını çalmadık kimse kalmamış. Ve nihayet köye elektrik geliyormuş. Hatta su şebekesi için de söz almış, bir kaç ay sonra o da gelecekmiş. Köylü bu olaya çok şaşkındı. Nasıl yani, bir günde nasıl hallolmuştu bu iş. Hele böylesine genç, buralı olmayan biri. Üstelik bir kadın..! Nasıl başarmıştı? Ama olmuştu işte. Köylünün de ona karşı önyargısı kırılmaya başlamıştı.


Yaz gelmişti, artık suyu, elektriği hatta tuvaletleri olan bir köydük. Kızlı erkekli tüm çocuklar okuma yazma biliyordu. Zuhal öğretmen erkeklerin tüm itirazına rağmen kadınları toplayıp, onlara da çeşitli dersler veriyordu. Ne anlatıyordu bilmiyorum ama o geldiğinden beri köyün erkekleri, kadınları eskisi kadar yok sayamıyor, eziyet edemiyordu. Yaz tatili geldi çattı. Hiç istemiyordum tatil olmasını. Ya bu öğretmenim de gidip geri gelmezse diye korkuyordum. Son dersimizde bize söz verdi. Geri dönecekti.

Tüm yaz boyunca kitaplar okudum. Hayaller kurdum. Hayvanları otlatırken okumak çok keyifliydi. Eskiden köyde yalnız benim umursadığım şeyleri artık başkaları da umursuyordu. Bu çok sevindiriciydi. Yaz tatili bitti ve Zuhal öğretmen döndü. Sadece öğrenciler değil, kadınlar hatta belli etmemeye çalışsalar da erkekler bile huzur bulmuştu sanki o gelince.


Bir gün kahvehaneye erkekleri toplayıp onlara memleketinden getirdiği bazı tohumları gösterdi, kitapçıkları okudu.

-Bakın sizler çiftçisiniz, benden iyi bilirsiniz ancak, bilim ve teknoloji ilerliyor. İnsanlar bazı yöntemlerle sizin aldığınız verimin üç, dört katını alıyorlar. Sizin için araştırdım, aranızdan bir kaç kişi gidip, bu konuyu şehirde ziraat mühendisiyle konuşabilir. Size daha iyi bilgi verebilir.

Dedem herkesten çok seviyordu artık onu. Koruyup kolluyor, laf söyletmiyordu. Dedem köyün en sayılan kişisiydi. Bu ziraat işi için köylüleri şehre gitmeye ikna etti. Nitekim gidip gelmeler sonunda, köylünün tarım anlayışı değişti. Verdikleri emeğin karşılığını fazlasıyla almaya başladıkça, daha da çalışkan oldular.


Öte yandan kadınlara dokudukları halıları, örgüleri, hatta ihtiyaç fazlası peynir, süt, yoğurt gibi ürünleri şehre satmaya göndererek, kendi paralarını kazanabileceklerini öğretti. Ve bunda başarılı da oldular.

Köy nefes alıyordu, üzerindeki ölü toprağını atmıştı. Gelişiyor, yenileniyor kısacası gerçek anlamda bir hayat yaşanıyordu artık. Kediler, köpekler, tavuklar bile daha mutluydu artık. Herkes farkındaydı ki, tüm bunlar Zuhal öğretmenin sayesinde olmuştu. Farkındalık dediğimiz o bilinç düzeyine, tüm bir köyü ulaştırmıştı. Artık herkes çocuğunu okutmak telaşındaydı. Kadınlara değer veriliyordu. Nasıl verilmezdi, bir kadın tüm bunları başarmışken.


Zuhal öğretmen iki buçuk sene kaldı köyümüzde. Sonra evleneceği için tayin isteyip gitti. Onun da bir yanı buruktu. Ön yargılarla, soğuk bir şekilde karşılandığı köyden, göz yaşlarıyla uğurlanıyordu. Gencecik bir kadın, sadece çocukları değil, kendisinin iki,üç katı ömür yaşamış insanları eğitmiş, siyah beyaz bir hayatı renklendirmişti. Toprak gibiydi. Öylesine verici, öylesine üretken. Onlarca hayata dokunmuştu.


Yıllar geçti, doktor olmuştum. Ankara'da bir devlet hastanesinde acil tıp uzmanı olarak çalışıyordum. Ambulansla genç bir erkek hasta getirildi. Trafik kazası vakasıydı. Kalbi ve solunumu durmuştu. Hastayı resüsitayon alanına doğru alırken 112 personeli, "Hocam nabız alamıyoruz," dedi. Bu cümleyi duyan anne ve baba, birbirine tutunarak yere yığıldılar. Hastayı içeri aldık. Kendi kendine soluyamadığı için solunum cihazına bağladık. Kalp masajı yapıyorduk ama masajı bıraktığımızda bir türlü nabız alınmıyordu. Hastanın ismine bakıp, yakınlarına durumuyla ilgili bilgi vermek istedim. Çünkü yarım saat geçmişti. Gidişat pek de iyi görünmüyordu. Hastanın adına baktım, Umut Hasdal'dı. Dışarı çıkıp, "Umut Hasdal'ın yakınları" diye seslendim. Yerde diz çökmüş anne baba, ne söyleyeceğimden korkarak yüzlerini bana döndüler. Baba kalktı, annenin elini tuttu ve "Toparlan Zuhal, Doktor Bey çağırıyor," dedi. Zuhal ismine hassasiyetim vardı. Zuhal ismi ne zaman geçse, köyün meydanında, o örgülü saçları ilk görüşüm gelirdi aklıma. Yüzüne bakınca onu gördüm sanki, baktıkça daha çok benzetmeye başladım. O da bu yaşlarda olmalıydı. O muydu acaba?

Durumun kötü olduğunu, elimizden geleni yapmaya devam ettiğimizi, içeride ekibin kalp masajına devam ettiğini, her şeye hazırlıklı olmaları gerektiğini söyledim. İçeri girip müdahaleye devam ettim. 112 personeline "Kaza nasıl olmuş?" dedim.

-Anne-baba emekli öğretmenmiş. Bugün de 24 Kasım hani, çocuk anne babasını yemeğe götürmüş, dönüşte yürürken bir araç kontrolü kaybedip üstlerine gelmiş. Baba, anneyi son anda çekmiş kendine doğru. Çocuk kaçamamış.


Emekli öğretmeni duyunca o olabileceğine daha da inandım. Bu sırada 52 dakika geçmişti. Ekip ikinci kez "Müdahaleyi bırakalım mı?" diye soruyordu. Haklılardı, bu süreden sonra kalbin kendi ritmini bulması mucizeydi. Ama bırakamazdım, bırakmamalıydım. Ben içimdeki umudu ona borçluydum. Ve onun “umudu” şu anda benim ellerimde olabilirdi. Bırakamazdım. Nabız kontrolü için bir anlık durdum ve cihazın sesini duydum. Ve ardından hemşirenin "Hocam nabız alıyorum," deyişini. İçimde kelebekler uçuştu. Hemen gerekli tedavileri başlayıp kalbin ritmini korumasını sağladık. Kafa tası travması vardı, ancak bu halde ameliyata giremezdi. Önce yoğun bakımda bir süre daha toparlaması beklendi. İlk fırsatta ameliyata alındı, ve ameliyatın çok iyi geçtiği haberini aldım. Ameliyat eden doktoruna, hasta yakınlarına benim bilgi vermek istediğimi söyledim. “Tabii,” dedi. Umut ameliyattan çıkmış, yoğun bakımdaydı ve her geçen dakika durumu iyiye gidiyordu. Ailesini çağırdım.

-Merhaba, ben acilde ilk müdahaleyi yapan doktorum, hatırladınız mı?

-Merhaba evladım, hatırladık tabi, çok büyük çaba göstermişsin, ellerine sağlık, nasıl peki durumu şimdi oğlumun?

-Ameliyatı yapan doktorla görüştüm, Çok iyi geçmiş ameliyat, Şu anda yoğun bakımda. Solunumu ve kalp atışları gayet nizami. Bir kaç hekim ortak kanaatimizdir ki, çok büyük ihtimalle hayati tehlikeyi atlattı.

Bir anda gözlerinde, benim yüreğimi aydınlatan o ışıltıyı gördüm.

-Size ne kadar teşekkür etsek az olur Doktor Bey. Bu ilginizi, alakanızı, iyiliğinizi asla ödeyemeyiz. Bize evladımızı geri verdiniz.

-Estağfirullah. Görevimiz neyse onu yaptık. Bir şey sormak isterim. Siz Zuhal Oktay mısınız?

-Evet, evlenmeden önceki soyadım Oktay, neden?

-Yiğitler köyünü hatırladınız mı öğretmenim. Gaziantep'in köyü.

-Evet, ilk görev yerim. Nasıl unuturum.

-İki buçuk sene kaldınız öğretmenim, ben Mustafa.. Mustafa Yurdagül. Hani Rüstem Dede'nin torunu.


Hatırlamıştı. Sarıldı bana, ağladı. Uzun uzun konuştuk. Her şeyi, herkesi anlattım. Günler sonra Umut iyileşti ve taburcu oldu. Otuz sene önce gelmiş, bütün bir köyün hayatını etkilemiş, değiştirmişti. Hatta bugün oğlunu kurtaracak doktoru yetiştirmişti. Gözlerindeki ışıltıyı hiç kaybetmemişti. Toprak gibi güçlü, toprak gibi verici ve üretkendi. O bir kadının, hayatın ta kendisi olduğunun yaşayan ispatıydı.

539 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Sinekler

Kapıcı

bottom of page