Ofis
Şule Ataşehir’in ve belki de ülkenin en büyük, en yüksek binasının önünde durdu. Binanın girişindeki güvenlikte kimlik bilgileri ve kimliği alınmış, özel ziyaretçi kartı verilmiş asansör bekliyordu. Katta kapısı açılan geniş asansöre bindi, kartını okutup ineceği katın düğmesine bastı. Hafif bir müzik çalıyordu içerde. Aynada dikkatle kendisine baktı. Çantasından rujunu çıkartıp bir kat daha sürdü. Sıkı bir topuz yaptığı saçlarını düzeltti. Kapı uzun bir koridora açıldı. 1118 numaranın önüne gelince elini kalbine koydu. Gümbür gümbür atıyordu. Kapıyı tıkırdatıp içeri girdiği anda karşısında bir kadın belirdi. Gençten, esmer bir kadın. Saçlarını tıpkı Şule gibi ensesinde toplamış, “Hoş geldiniz Şule Hanım, biz de sizi bekliyorduk,” dedi gülümseyerek.
Gergin bir gülümsemeyle cevap verdi Şule. Karşısında kendiyle yaşıt, gözleri neredeyse parlayan kıza baktı. Kız elini uzatıp, “Rana ben,” dedi. “Junior avukatlardan, sizi görüşme odasına götüreceğim.”
İçinden, siz bana yolu tarif edin, ben bulurum, demek geçti ama sesini çıkarmadan kızın peşine takılıp yürümeye başladı. Bir yandan da ofise bakıyordu. Açık ofiste masalar birbirine bakacak şekilde yerleştirilmiş, şık mobilyalar modern ışıklandırmalarla tamamlanmıştı. Yerdeki kalın halılar topuklu ayakkabıların sesini emiyor, pencereler sıkı sıkıya kapalı olduğundan mıdır bilinmez şehrin sesi hiçbir şekilde içeriye ulaşmıyordu. Masa başında çalışan çoğu genç insan Şule’ye bakmamıştı bile. Burasının bir hukuk bürosu olduğuna dair hiçbir işaret yoktu, herhangi bir şirket de olabilirdi. Camlı kapıların olduğu bölüme geldiklerinde bir sekreter masası karşıladı ikisini. Rana çekingen bir sesle sekretere, “Şule Hanım görüşme için geldiler,” dedi.
Sert bakışlı sekreter o kadar güzeldi ki Şule şaşırarak kadına baktı. Sarışın, koyu yeşil gözlü, eski Hollywood yıldızlarına benzeyen sekreter, kendisinden beklenmeyecek kalınlıkla bir sesle, “Biraz bekleyin lütfen,” dedi. “Ozan Bey az sonra sizinle görüşecek.”
Şule, Ozan Bey kim, demek için yanıp tutuşuyordu. Kim Ozan Bey, beni işe alacak adam mı, yoksa beni işe alacak adamdan önce ilk görüşmeyi yapacak adam mı, yoksa büyük patron mu? Rana o sırada küçük bir gülümsemeyle yanından ayrılmıştı. Kızın gözlerinde anlayışlı bir ifade vardı. Şule bu ifadeyi kendisinin yakıştırıp yakıştırmadığından emin olamadı. Şiddetle bir desteğe ihtiyaç duyuyordu. İnsanın sırtını tam kavrayan ama çok da rahat ettirmeyen misafir koltuklarından birine yavaşça oturdu. Mavi gözlerinde endişe vardı. İşe kabul edilip edilmeyeceği eğer olursa burayı sevip sevmeyeceğiyle ilgili bir belirip bir kaybolan sesler vardı kafasında. Çalışkandı Şule, hırslıydı da. İyi bir avukat olmak, iyi para kazanmak, doğup büyüdüğü Bursa’da hele de annesinin gözünde önemli işler başarmış biri olmak istiyordu. Stajını tamamladığı ofisi düşündü, Yücel Bey’in ofisi buradan o kadar farklıydı ki! Eski bir İtalyan apartmanında geniş merdivenlerle döne döne çıkılan ama Şule’nin kendisini siyah beyaz filmlerde hayal ettiği küçücük, işlemeli kapısı olan asansöre binerek iki kat çıkıp neşeyle kapısından girdiği ofisi düşündü. Kocaman ağır kapıyı açtığında içerde hep bir müzik sesi olurdu. Mutfakta Saniye Hanım çoktan çayı kahveyi hazırlamış olur, masasına yerleşenlerin peşinden ilk iş onlara servisini yapardı. Çayın yanına birkaç kurabiye ya da kahvenin yanına güllü lokum olurdu hep. Patrona yapılan ikramların aynısı çalışanlara da yapılırdı bu ofiste.
“Şule Hanım…” Şule tepesinde dikilen sekretere baktı. Kadın sabırsız bir yüzle ona bakıyordu. “Ozan Bey sizi bekliyor, buyurun lütfen,” dedi. Eliyle sağdan ikinci odayı gösteriyordu. Diğerlerinin aksine ahşap kapılıydı. Sekreter kapıyı tıklatıp açtı ve yana çekildi. Şule geçerken kadının ağır baharatlı parfümünün kokusunun üstüne sindiğini düşündü.
Kapıdan içeriye girdiğinde şaşırdı birden, simsiyah uzun bir toplantı masası, siyah deri koltuklara ve duvarlardaki resimlere baktı. Resimler minyatüre benzeyen bir tarzda yapılmış İstanbul manzaralarıyla doluydu. Odada kimse yoktu. Boylu boyunca pencere olan tarafa doğru birkaç adım attı. Hiç bitmeyen bir trafiğin aktığı karayolu bağlantıları daha ilk anda yordu kızı. Arkasında bir yerde bir kapı açıldı ve bir adam girdi içeriye. Dosdoğru kıza doğru yürüdü ve elini uzatarak, “Ben Avukat Ozan Tunalı, hoş geldiniz, lütfen oturun,” dedi. Masanın başındaki deri koltuğa otururken kısa bir süre kıza baktı. Şule adama yakın sandalyelerden birine ilişti. Karşısında duran adam otuzlu yaşların ortalarında, esmer, uzun boylu, yakışıklı biriydi. Sert hatlı yüzünde ömründe hiç gülmemiş birinin ifadesi vardı. Siyah takım elbisesinin içinde mavi çizgili bir gömlek, ayağında rugan ayakkabılar vardı. Pahalı bir takım olduğu belliydi.
“Şirketimize başvurunuzu inceledik, stajınızı Ticaret hukukunda uzmanlaşmış bir büroda yapmışsınız ardından da Londra’ya gidip yüksek lisansınızı tamamlamışsınız. Bizimle neden çalışmak istediğinizi açıklar mısınız,” diye doğrudan sordu adam. Şule bu sorunun geleceğini bildiği halde şaşırmıştı. Ne bir selam ne bir sabah, nasılsınız bile dememiş, kıza gülümsememişti bile.
“Ben Şirketler hukukunda çalışmak ve ilerlemek istiyorum, şirketlerin uyuşmazlıklarını ve anlaşmazlıklarını çözmek, mağduriyetleri gidermek her zaman ilgimi çekmiştir. Sonuçta dünya ticaretle dönüyor ve ben de elimden geldiğince sorunlar baş göstermeden çözülecek şekilde düzenlemeler yapmayı önemsiyorum,” dedi. Sesi telaşlıydı. Doğru cevap verip vermediğini anlamak için karşısındakine baktı. Adamın yüzünden hiçbir şey okunmuyordu.
“Biz junior avukatlara çeviri işleri veriyoruz, daha çok asistanlık olarak görebilirsiniz bunu. Hukuk dilinde bir engeliniz yoksa uzun süre bunu yapacaksınız. Çok fazla başvuru var bu pozisyona. Bağlı olduğunuz senior avukatın size verdiği her işi eksiksiz yapmanız beklenir. Disiplin bizim için her şeydir,” dedi adam sert bir sesle.
Şule iyice şaşırmıştı. İşe alınmayacağından emindi artık. Bizde mesai saati hiç bitmez, ofisten çıktığınızda da size daima ulaşmamız lazım. Müvekkillerle ancak biz izin verdiğimizde görüşürsünüz ve tüm raporlarınızı da senior avukatlar aracılığıyla iletirsiniz.”
“Kime iletirim,” dedi farkında olmadan. Bu sözcükler daha ağzından çıkar çıkmaz pişman olmuştu Şule. Adam ilk defa o zaman kıza baktı. “Kime ileteceğinizi vakti gelince öğrenirsiniz,” dedi sert bir sesle. Acelesi olduğunu bu toplantıyı bir an önce bitirmek istediğini anlıyordu Şule, mavi gözlerini adama dikip dikkatle baktı. Hukuk bürosu mu ajanlık bürosu mu burası, nedir yani, diye düşündü içinden. Sonuçta köprü, metro gibi inşaatların yürütücülerini temsil eden bir büroydu burası, herkesin bildiği gibi. Sinirlendi.
“Ücreti sormak istiyorum,” dedi adama masanın altında ellerini kenetlemiş, sıkı sıkı tutunmuştu kendisine. Asgari ücretle başlarsınız, ne de olsa henüz stajyer sayılırsınız, performansınıza göre maaşınız değişir. Başladığı ücretle devam eden çok az çalışanımız var, zaten maaşı orada sayıyorsa yollarımızı ayırmamız gereken biridir kuşkusuz,” dedi renksiz bir sesle. “Bu sizin için de uygunsa değerlendirip sizi arayalım,” dedi adam.
Bu benim için hiç uygun değil, diye haykırmak istiyordu kız. Burada çalışamam demek, fırlayıp kalkıp gitmek istiyordu. Gözlerinin önüne annesi geldi. Tek kaşı havada Şule’ye bakıyordu. Hemen de pes eder babasının prenses kızı diyordu. Annesinin hayalinden gözlerini birkaç kere kırpıştırarak kurtuldu Şule. Adamın onu tikli biri sanacağı korkusu içini sarmıştı. Kızın cevabını beklemeden ayağa kalktı adam. Görüşme başlamasından yaklaşık on beş dakika sonra bitmişti. Tokalaşarak ayrıldılar. Şule ofisten çıkarken birkaç kişi işinden kafasını kaldırıp ona baktı. Rana’yı gördü sonra. Kız hafifçe göz kırptı sonra yeniden işine döndü.
Binadan çıkar çıkmaz Yücel Bey’i aradı Şule. Olanı biteni nefes almadan anlattı. Yücel Bey sessizce dinledi kızı. “Şimdi siz de beni almazsınız, ama böyle bir yerde asla çalışamam Yücel Bey, şık bir köle pazarı burası,” dedi ağlamaklı bir sesle.
“Evine git hiç oyalanma, yarın da gel bizde başla,” dedi eski patronu. “Odan da hazır işin de.”