Çocukluk yıllarından beri uyumayı çok sevdiği için erken uyanmanın bir yolunu bulmak zorundaydı. Hem uyumayı çok sever hem de günü kaçırmama telâşıyla bir seçim yapmak zorunda hissederdi kendini. Üstelik hali vakti yerinde bir aileye doğduğu için iki yardımcı etrafında fır döner, sabahın ilk ışıklarıyla kahvaltısı yatağına gelirdi. Böyle bir yataktan kalkmak da ekseriyetle zordu tabii. Yani diyeceğim o ki, yatakta koca bir gün geçirse, bir şey diyecek kimse yoktu. Ancak o hep ikisini de istedi.
Yeterince uyursa eğer, bir şeyi olması gerektiği gibi yapmadığında onu uyaracak kişi belki tezahür ederdi. Hem de günün her saatinin tadına varmayı istedi. Çünkü o saatlerden birinde onunla ilgilenecek malum kişiyle karşılaşabilirdi. En sonunda, isteklerinden birine veda etti. Her sabah olduğu gibi, o sabah da erkenden uyandı.
Altında ''Limoges Legle Porcelain d'Art'' damgası olan, hâkî yeşili, içi ve bazı detayları yaldızlı çok şık bir fincan takımı vardı. Sabah uyandığında ilk iş kendine bir Türk kahvesi yapar ve kahvesini sadece o fincanlardan içerdi. Başka takımları da vardı tabii ama alışkanlık işte. Ne zaman seçmesi gerekse, seçmek zorunda olmanın ağırlığına katlanamaz yine aynı fincanı kapıverirdi dolaptan.
O gün de yine kahvesini yaptı ve penceresinden kuleye doğru bakmaya başladı. Eski sessiz halinden eser yoktu kulenin. Her yanı turistlerle çevriliydi. Eskiden sadece kuşlar olurdu diye düşündü. ''Nereden çıktı burayı turistik tesis yapmak.'' Bunları düşünürken pencereyi yukarı doğru sürdü, kilidine taktı, gözlerini yumdu ve hafifçe gülümseyerek kafasını dışarıya doğru uzatarak havayı derin derin kokladı. Hava temizdi. Biraz serin. Burnuna çarpan keskin damlalardan, yağmurun serpiştirdiğini anladı. O an dışarıda ne giyeceğini kafasında canlandırmıştı bile.
Pencereden uzaklaştı, biraz ilerde antre girişinde duran aynaya yöneldi. Eskisi kadar güzel değildi. Saçları alnından, ensesinin ardından taşmıyordu artık. Daha seyrek ve daha düz görünüyorlardı. Oysa gençliğinde, buklelerine gözü takılmadan geçen genç erkekler yok denecek kadar azdı. Kirpikleri öyle gür, öyle uzundu ki, bebek saçları kirpiklerine çarpar, gözleri kaşınır, rahatsız olurdu.
Bunları düşünerek, kıyafet dolabına doğru yürüdü. Kıyafetlerini gençliğindeki gibi yatağın bir o yanına, bir bu yanına fırlattı. Bugün her nedense karar veremiyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken hiç yapmadığı bir şey yapmaya karar verdi. Ne olduğu önemli değildi. Ama daha önce yapmadığı bir şey.
Odanın kapısını araladı. Aynı anda hem huzursuz hem de kendinden hiç olmadığı kadar emin adımlarla, topuklarını ahşap rabıtalara vura vura yürüdü holü.
Yaşadığı apartmanın kapısı ona hep çok ihtişamlı gelirdi. İki kanadının her iki fazında pirinç döküm tokmakları olan ahşap bir kapıydı bu. Eğer saat gece on ikiyi geçmemişse iki kanadından birini mutlaka açık bırakırdı. Biri bundan haberdar olsa rahatlıkla içeri girebilirdi yani.
Kapıyı tamamen kilitlemek isterse tokmağından tutarak var gücüyle itmesi icap eden ağır bir kapıydı. Bu sefer kapıyı iterken hafifçe dizlerine yüklendi ve sol omzundan destek alarak hızla kapattı.
Kapıdan çıktığında üzerinde vizon bir kürk vardı. Kürkü kestane renginde, dizlerinin beş parmak üzerindeydi. Eskiden kürk sevmezdi. İhtiyacı yoktu çünkü. Bu parlak ve lifleri sık kürk seneler içinde oluşan kusurlarını bir çırpıda kapatıyordu. Belki de bu kadar gösterişli bir kürk seçmesinin sebebi buydu. Şapkası da bir o kadar dikkat çekiciydi. Kürkle aynı renkte, aralarında biraz daha açık renkli liflerle renk geçişi sağlanmıştı. Seyrekleşen saçlarını kapatacak kadar genişti. Gözlerini kapatmamıştı ama. Gözleri kocaman, ışıl ışıl, altmış yedi yıla meydan okurcasına parlıyordu. Kahverengi gözlerinin etrafı, gözlerininkinden iki ton daha açık bir renkle çevriliydi. Dikkatli baktığınızda tam ortada iki tane siyah benek görebilirdiniz. Onlar, kaydettiği iyi kötü anılarla, unuttuklarıyla, umutlarıyla, arabanın gazını aceleyle kökleyen bir sürücünün gideceği yere yetişme hırsı gibi, yaşamın ona getirebileceklerine doğru hırsla ve hevesle sadece önüne bakan en fazla otuz yaşında bir çift gözdü hâlâ.
Elleri o güne göre biraz daha buruşuk, dolgun dudakları biraz daha ince, bir zamanlar sülün gibi olan boynunda da artık kendinin bile alışamadığı bir kat deri daha vardı. Beli hâlâ incecikti. Bacakları biraz etlenmiş, burnu biraz büyümüştü. En çok da ona dertlenirdi.
Usul usul esen rüzgâr önce Karaköy sahiline, sonra onun kadife tenine değip geçti. Galata Köprüsü’ne bakıyordu. Ellerini ceplerinden çıkardı, ellerine baktı. Önce avuçlarını kendine doğru çevirdi, sonra parmaklarına tek tek göz gezdirdi. İçinde bulunduğu kişinin kimliğinden şüphe eder gibi başını ayaklarına doğru eğdi ve kafasını bir sağa bir sola çevirerek tüm bedenini gözden geçirdi.
En çok toprak renklerini severdi. Hâkî, kahve, yeşil, sarı tonlarından başka renk göremezdiniz üzerinde. Bugün ise yavruağzı eteğiyle kendini bile şaşırtmıştı. Pastel bir renkti bu. Pastel renkler onun kırılgan, gizemli, bir o kadar da dobra hallerine uymuyordu. Seçmemek adına seçtiği renkler de asla değişmezdi. Bu pembe, somon karışımı rengi seçmesinin bir sebebi vardı. Artık bir şeyleri değiştirmeye karar vermişti ve bunun ne olduğunun bir önemi yoktu.
Tüm seçimleri, ardından gelmesi mecburi vazgeçişleri, bir bir ama bir sonbahar yaprağını bile kıpırdatamayacak yavaşlıkta tek tek zihninden geçmeye başladı. Bu kısa ama derin yolculuk son bulduğunda, derin bir nefes aldı. ''Özgürlüğe mahkumum,'' diye geçirdi içinden.
Hep aynı adamı sevmişti. Saçlarını hep aynı şekilde toplamıştı. Asla takı takmaz, tebessüm etmeden, yüzüne bakan kimsenin yanından geçmezdi. Haftada iki defa erkek kardeşinin mezarına gider, âşık olmadan evlendiği eski kocasının doğum gününü her sene, aynı saatte kutlardı. Belki de yavruağzı eteği giyme sebebi buydu. Ne olduğunun önemi yok. Artık bir şeyleri olduğundan farklı yapmalıydı.
İlk değişen eteği oldu.