Ütopya
Gözlerini tamamen sana ait olan bir diyarda açıyorsun. Üzerinde en güzel kıyafetin olan bedenin var. Yalın ayaklarınla nemli ve hafif soğuk olan çimlere basıyorsun. Başını yukarı kaldırdığında geceyi aydınlatan rengârenk yıldız bulutlarını kolayca görebiliyorsun. Sol tarafında tepesi karla kaplı, üzerinde mor salkımların olduğu büyük bir dağ var. Hemen karşında, dağdan yavaşça akan suyun oluşturduğu bir nehir bulunuyor. Oraya doğru yürümeye başlıyorsun. Nehrin yanına vardığında içinde yüzlerce sarı ışıklı balıkların olduğunu görüyorsun. Su o kadar temiz ki balıklar kolay bir şekilde seçilebiliyor. Bu balıklar senin çocukluğundan itibaren sahip olduğun mutlu anılarını temsil ediyor. Suya hafifçe ayağını değdiriyorsun, sıcaklığı tam istediğin gibi. Yavaş bir şekilde nehrin içine doğru yürüyorsun. Nehrin derinliği beline kadar geliyor. Ellerini yumuşakça, içilebilecek kadar temiz olan suyun üzerinde gezdiriyorsun. Kendini sırt üstü bir şekilde bırakıyorsun. Su yüzünü, vücudunu, saçlarını okşarken seni saflaştırdığını hissediyorsun. Gözlerini açarak balıkları seyretmeye başlıyorsun. Suyun altında derin bir nefes çekerek onları takip ediyorsun. Burası tamamen sana ait, istemediğin hiçbir şey olmayacak. Balıklara dokununca o anılarını tekrar izliyorsun. Burada istediğin kadar vakit geçirebilirsin…
Hazır olduğunda tekrar ayağa kalkıyorsun, nehrin suyu sorunsuzca üstünden akıp seni kuruluyor. Sen o sırada nehrin diğer tarafındaki ormana bakıyorsun. Ormanda uzun kayın ağaçlarını görüyorsun. Ağaçların yaprakları ışıklı ve ormanını aydınlatıyor. Nehirden çıkıp ormana doğru yavaşça yürüyorsun. Ormana girdiğinden beri gözlerini yapraklardan alamıyorsun. Kulağındaki hafif rüzgâr uğultusuyla kendinden emin bir şekilde ilerliyorsun. Fakat bir süre sonra uğultunun şiddeti artmaya başlıyor. Arkandan esen rüzgâr gittikçe sertleşiyor. Vücudunun dayanamadığı bir doza geldiğini hissediyor ve panikle bir ağacın dibine çömelip gövdesine sığınıyorsun. Evet, bu rüzgâr o tahmin ettiğin rüzgâr. Hayatını altüst edip seni gerçek sen yapacak olan rüzgâr. Gözlerini sıkıca kapatıp bir an önce bitmesi için yalvarıyorsun. Bir süre sonra şiddeti yavaşça azalıp, sönüyor. Gözlerini açıyorsun, her yer kararmış ve sis çökmüş. Rüzgâr o kadar şiddetliydi ki tüm ağaçların yapraklarını kopartıp almış onlardan. Çok korktun ve çaresiz bir şekilde ayağa kalkıp geldiğin yönü bulmaya çalışıyorsun ama tek görebildiğin sisin arasından belli belirsiz gözüken ağaç gövdeleri. Ruhun daha çok genç, nasıl tepki vermen gerektiğini bilmiyor. İleride, sislerin arasında iki parlak nokta görüyorsun. Parlaklığa doğru yürümeye başlıyorsun, yaklaştığında onların bir kurdun gözleri olduğunu fark ediyorsun. Kurt sana doğru yaklaşıp, sürtünüyor. Aslında o seni sen kadar iyi tanıyor. Sen fark etmesen de bu kötü olay sonrası seni buradan çıkarabilecek tek kişi o olacak. Sakince onun başını okşuyorsun ve kurtla beraber yürümeye başlıyorsunuz. Kendini daha güvende ve güçlü hissediyorsun. Ormanın çıkışına yaklaştığınızda kurt yaprakların arasında kalmış yavrusunu sana gösteriyor. Bu sefer yardım sırası sende. Yavruyu kucağına alarak ona şefkat gösteriyorsun. Aslında o yavru, senin içindeki çocuğu temsil ediyor. Zamanında onu başkalarından koruyacak kadar güçlü değildin belki ama artık güçlüsün. Artık ona hak ettiği sevgiyi göster ve ona yeniden zarar vermelerine izin verme. Kurt ona çok iyi bakacağından emin bir şekilde geldiğiniz yöne doğru geri dönüp, sisin içinde kayboluyor. Yavruyla beraber ormandan çıkıyorsun. Beyaz çiçeklerle kaplı olan ovaya doğru yürüyorsun. Güneş doğmak üzere, havada açık mor rengi hâkim. Hafif serin bir rüzgârla yüzüne yasemin kokusu çarpıyor. Sanki uzun zaman sonra bu kadar hafif ve özgürsün. Yüzündeki gülümsemeyle derin bir nefes alarak kucağındaki yavruyu sarmalıyorsun.