top of page
Yazı: Blog2 Post

Ölü ya da Diri

Odanın her yeri tozlarla kaplıydı. Bir sinek, pencerede vızıldayıp perdenin yırtık kısmından içeri daldığında, kanatlarından tozlar uçuşuyordu. Yerde duran saatin üzerine kondu; ellerini, başına sonra da kanatlarına sürttü. Umursamaz bir tavırla tekrar havalanarak odanın sessizliğinden rol çaldı. Vızıltı sesine, öksürük sesleri eşlik etti. Ardından iç çekme ve esneme sesleri birbirini takip etti.


“Dün geceden beri hiç kıpırdamadı, ölmüş olmasın?” dedi, zigon sehpa. Hemen yanında bir tarafı çökmüş ikili oturma koltuğu esneyerek uyanmaya çalışırken bir yandan da “Bana da anlatın ne oldu dün gece?” diye soruyordu. “Ya tabii, senin kafa güzelken burada neler oldu neler,” diye alaycı bir sesle perde araya girdi. Koltuk “Bu pis herif yine tüm viski şişesini üzerime döktü; içim dışım sünger, ne yapayım olduğu gibi içiyorum, sonra da sızmışım,” diye söylenirken, herkes onun bu haline gülüyordu. Odanın tam ortasında kırık duvar saatinin, akrep ile yelkovanı 1’e 10 kala iken durmuş, bir daha da saniyesi bile oynamamıştı. Heyecanlı bir tavırla komodin söze girdi. “Sacit Bey yine her zamanki gibi masasının başındaydı, sonra ne olduysa kalktı, saate bir şeyler söyledi, önce aralarında laf dalaşı başladı, sonra sesler yükseldi, Sacit Bey küfürler savurdu, saat de susmadı. Bu bir müddet böyle devam etti. En sonunda Sacit Bey laf yetiştiremeyeceğini anlayınca; saati olduğu gibi fırlattı, yetmedi pillerini bile söktü, o dakikadan sonra işte orada öylece yatıyor.”


“Tik tak seslerine dayanamıyormuş pezevenk! Sonunda tek hamlede öldürdü saati bak!” dedi perde.


“Parça parça ölmekten iyidir,” dedi zigon sehpa. Ağlamaklı bir sesle devam etti. “Şu halime bakın! Bir köşede öylece duruyorum. Sanki hiç kimsenin dilinin dönmediği bir kelimeyim, söylenmedikçe zaman içinde hafızalardan silindim gittim. Aslında varım ama yok gibiyim. Gün geçtikçe de eksiliyorum, tozlanıyorum.”


Üçlü parçadan sadece o kalmıştı. Biri ondan bir boy büyük, diğeri bir boy küçük iki parçasının ayakları sallanmaya başlayınca birbiri ardına çöpe atılmışlardı. Orta boyda bir sehpa kimsenin beklentisini karşılayamıyordu belli ki... Üzerine birikmiş pürüzsüz toz yığınına bakılırsa, uzun zamandır kimsenin ona dokunmadığı anlaşılıyordu. Bu haliyle, hiç yaşamadan yaşlanan insanları andırıyordu...


“Asıl ben varım ama yok gibiyim,” dedi ayna. “Hayattaki varoluşum; hep bir şeyleri ya da birilerini yansıtmak. Kendim olmak nedir hiç bilmedim. Tek görevim; güzel, çirkin ne varsa olduğu gibi yansıtmak. Bir rengim, bir benliğim yok. Kadınlar makyaj yapar, erkekler tıraş olur, kimi diş fırçalar, kimi saçını başını düzeltir, kimi sadece bakar, saatlerce bakar. Hepsi, bana bakar ama kendilerini görürler. Bu hissi bilir misiniz? Kendinizde hep bir yabancıyı görme hissini hiç yaşadınız mı?” derken tam karşısındaki komodin, aynada kendini görmenin huzursuzluğunu yaşıyordu. Ahşap rengi, pembeye döner gibi oldu. Hiçbir şey söylemeden soruyu birinin cevaplamasını bekledi. En sonunda “Bunu ben yaşamadım ama yaşayan çok insan okudum,” diye masa lambası araya giriverdi. Ev sahibi Sacit Bey, gece boyunca okuyan biriydi. Lambanın kafasını da kitaba doğrulturdu. Her ne kadar boynu hep bükük durmak zorunda kalsa da bunu işinin bir parçası sayar, her sayfayı o da okurdu. Sadece kitapları değil, Sacit Bey’in yazdıklarına da gün ışıyana kadar şahitlik eder, kendini yapayalnız bir adamın kara kutusu gibi hissederdi. “Üstelik bunu yaşadıklarının bile farkında değiller. Asıl onlar sana bakarken bir yabancıyı görüyorlar. O yabancıyı kendileri sanarak ömür geçiriyorlar. Daha acı ne olabilir ki?” derken, bir şey hatırlamaya çalışan bir ifadeyle gözlerini kıstı. Sacit Bey de arada bir kafasını sayfalardan kaldırıp, saatlerce tavanı izlerdi. Farkında bile olmadan onu taklit ediyordu. “Her şey fark etmekle başlamaz mı? Camus, Sisifos Söyleni kitabında 31. sayfa, 2. paragrafta “Dekorların yıkıldığı olur…” cümlesiyle tüm dekorları yıkmaya başlar!” diye devam etti. Bu cümleye, bir parmağı olsaydı havada sallayarak giriş yapardı. “O andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmamalıdır çünkü farkındalık başlar. Bu yüzden paragrafın sonunda iki yol sunar; “intihar ya da iyileşme...” Masa lambası, hiçbir eşyanın onu anlamadığını biliyordu. Koltuğun, “Başladı yine teneke,” diye mırıldanmasına bile aldırış etmeden devam etti.


“Tabii ki bazı şeyler ancak karanlıkta görünür olur. İnsanlar; aydınlık bir ortamda, küçük bir engeli hiç görmeseler dahi geçip gidebilirler. Bu, onlar için refleks gibi bir şeydir. Sadece karanlıktayken, ayakları o ufak engele takılır da varlığını o zaman fark edebilirler. Ancak, hiçbirinin o karanlıkta yürümeye cesareti yoktur!”


“Bunları mı yazıyor o puşt sabaha kadar?” dedi, perde.


“Yazamıyor desek daha doğru olur,” diye araya girdi kalem. “Her gün saatlerce masa başına oturup yazdıklarını siliyor, bakın bir haftada tepem açılmaya başladı,” diyerek kafasındaki ufalmış silgiyi gösterdi.


“Yazdıkları bir boka benzemiyor da ondan!” dedi, defter.


“Niye onu anlamaya çalışmıyorsunuz?” diye, öfkeyle bağırdı masa lambası. Kaşları olsa çoktan çatılmıştı. “Bizler eşyayız ve tabiatımıza uygun bir şekilde yaşarız, kendimizden başka bir şey olamayız. Ancak insanlar rollere bürünüyorlar, bir yabancının içine sığabilmek için benliklerini parça parça kesiyorlar,” dedikten sonra durakladı. Gözleri olsa masada duran kâğıtlara dalardı. “Tek isteği anlaşılmaktı, artık çok yalnız hissediyor,” diye mırıldandı.


“Anlaşılacak biri olsaydı karısı anlardı. O, bile terk etti gitti,” dedi, koltuk.


Ayna, özlemle içini çekti. “Güzel değildi ama iyi kadındı. Bazen saatlerce bana bakardı, onu güzel göstermek için elimden geleni yapardım.”


Hiçbiri bu cümleleri umursamadı. Bir süre perdenin öksürüğünü dinlediler. Bir yandan öksürüp bir yandan da Sacit Bey’e sitem ediyordu. “Şu zıkkımı pencereyi açmadan içiyor, tüm sigara kokusu benim üzerime siniyor. İlk geldiğimde bembeyazdım, pasif içicilikten rengim griye döndü.”


“Ya ben ne yapayım?” diye araya girdi koltuk. “Tüm küllerini üzerime savuşturuyor, her yanımda da yanık izleri var. Bir gün hepimizi yakacak bu deli herif, benden söylemesi.” Koltuğun bu sözlerine herkes gülerek karşılık verdi.


“Bazen şeytan diyor; şu koltukta sızdığında gırtlağına dolan, uykusunda gebert!” dedi, perde ciddi bir tavırla.


“Aman sakın ha! Bu eve gelen giden mi var sanki, günlerdir ölüsüyle koyun koyuna mı yatayım?"


“Artık tek geceliğine getirdiği kadınlar bile gelmez oldu,” dedi, ayna.


“Ah keşke gelseler! Sadece sevişeceği zaman yıkanıyordu, ben de biraz temizleniyordum,” diye içini çekti gömlek. Yakası kirden sararmış, buruşuk bir halde koltuğa fırlatılmıştı. Günlerdir oradaydı.


Hepsi, iğrenerek mırıldandı. Yüzleri olsa, buruştururlardı.


“Pisliğin teki!” dedi, zigon sehpa.


“Mendebur!” dedi, koltuk.


“Puşt!” dedi, perde.


“Keşke ölse!” dedi meyve kabuklarının arasındaki bıçak. Bu cümle bir an herkesin sözünü kesti. Masanın gelişigüzel serilmiş örtüsü kıpırdar gibi oldu.


Masa lambası derin bir nefes aldı. Bir sırrı açıklayacakmış gibi fısıltıyla, “O, intihar mektubunu yazıyor. Son cümlesini tamamladığında zaten ölecek,” dedi üzüntüyle.


“Başladı ama sonunu getiremeden siliyor, yazdıkça siliyor. Belki de korkuyordur, bilemiyorum,” diye, kalem devam ettirdi cümleyi.


“Yakında ölecek,” dedi, bıçak.


“Mendebur!” dedi, koltuk.


“Puşt!” dedi, perde.


Zigon sehpa konuşamadan masanın altından hafif bir inilti daha duyuldu. Yorgun bir ses, “Yeter susun artık!” diye mırıldandı. Masanın altına gizlenmiş tir tir titreyen ufak tefek bir adam; kendini, Schrödinger’in kedisi gibi hissediyordu, örtüyü bir kaldırsalar ölecekti… Gerçekte yaşıyor muydu? Var mıydı yoksa çoktan yok olmuş muydu? Bu sesler ölü mü diri miydi? Artık hiçbir şeyden emin olamıyor, sadece acı çekiyordu. Saati paramparça etse bile tonlarca saniye, toz olup üzerine birikiyordu. Tıpkı bir eşya gibi! Tabiatından çok uzak bir eşya… Sinsice şah damarına doğru bakan bıçağı alıp kendine saplamamak için, günlerdir orada saklanıyordu. Önce kafasını, sonra tüm bedenini zamanın durduğu bu odanın ortasına attı. Perdeyi tek hamlede söktü, koltuğu tekmeledi, zigon sehpayı duvara çarptı. Hepsine küfürler savuruyordu. Kafasını çevirdiği anda, aynada; saçları terden alnına yapışmış, sakalları bakımsızlıktan birbirine karışmış, son gördüğünden beri daha da zayıflamış yorgun bir adam gördü. Adama biraz daha yaklaştığında; avurtlarının çöktüğünü, kırış kırış gözkapaklarının altındaki kızarmış gözlerini fark etti. Bir adım daha yaklaşıp aynaya sıkı bir yumruk attı. Yere saçılan ayna parçalarının ayağına batmasına aldırış etmeden masaya doğru yürüdü. Öylece duran masa lambasını aldı. Parkelerin pürüzsüz tozuna, kan damlaları karıştırarak kapıdan çıkıp gitti. Saatler geçti, tozlar çoğaldı. Aynadaki adamın, cansız bedenine ulaşıldığında odada sadece sinek vızıldıyordu…